Modern Batı felsefesi, uzun süre boyunca insanı aklın, bilincin ve iradenin merkezi olarak konumlandıran hümanist bir çerçevede gelişti. Ancak bu “insan” kavramı tarafsız değildi: tarihsel olarak beyaz, Batılı, rasyonel ve erkek bir özneye dayanıyordu. Böylece hümanizm yalnızca insanı merkeze almakla kalmadı; aynı zamanda kadınları, hayvanları, doğayı, teknolojiyi ve Batı dışı toplulukları merkezin dışında bırakan bir düşünsel hiyerarşi yarattı. Bu nedenle post-hümanist düşünürler, hümanizmi hem eleştirir ve karşı çıkarlar; hem de onu ileri götürür ve dönüştürürler.
Emmanuel Levinas, Martin Buber ve Martin Heidegger, klasik hümanizmin bu kapalı yapısını ilk sarsan düşünürlerdendir. Onların felsefeleri, insanı ötekine, ilişkiye ve dünyaya gömülü bir varlık olarak yeniden düşünmenin kapısını aralamıştır.
Rosi Braidotti ise bu eleştirel hattı daha ileriye taşıyarak, beyaz-erkek-öznenin merkezinden kurtulmuş, bedensel, ilişkisel ve çokluk içindeki post-hümanist bir özne anlayışı geliştirmiştir.
Levinas, hümanizmin birey merkezli etik anlayışını kökten sarsar. Ona göre etik, öznenin içinden değil, ötekiyle karşılaşmadan doğar. Öteki, benim özgürlüğümün sınırlarını aşan ve beni sorumluluğa çağıran bir varlıktır. Böylece özne, kendi kendine yeterli bir bütün olmaktan çıkar ve ötekine karşı sonsuz bir sorumluluk içinde var olur. Ancak Levinas’ın ötekisi çoğunlukla insandır, dolayısıyla etik ilişki hâlâ antropo-merkezci sınırlar içindedir.
Benzer şekilde Martin Buber de insanı “Ben” ile “Sen” arasındaki diyaloğa dayalı ilişki üzerinden tanımlar. “Ben-Sen” ilişkisi, karşılıklı açıklığın, sahici varoluşun ve karşılıklı tanınmanın alanıdır. Buber’in düşüncesi, özneyi tekil bilinçten çıkararak ilişkisel bir düzleme taşır. Yine de bu diyaloğun çerçevesi çoğunlukla insanlar arasıdır; doğa, hayvanlar veya teknolojik varlıklar bu ilişkinin dışında kalır.
Heidegger ise Kartezyen özne anlayışına ontolojik bir eleştiri getirir. Dasein, dünyadan ayrı bir bilinç değil, dünya-içinde-varlıktır. Bu, öznenin kendi bedeniyle, doğayla ve çevresiyle köklü bir birlik içinde olduğunu gösterir. Ancak Heidegger’de “varlığı anlayan” tek varlık hâlâ insandır. Dolayısıyla onun ontolojisi, doğaya ve insan olmayanlara yönelik bir hiyerarşik üstünlük taşır. Buna rağmen Heidegger’in düşüncesi, insanın merkezde olmadığı bir ontolojiye doğru atılmış önemli bir adımdır.
Rosi Braidotti, bu üç düşünürün açtığı çatlaklardan ilerleyerek hümanizmin ötesine geçen, bedensel, göçebe ve çoklukla ilişkili bir özne modeli geliştirir. Hümanizmin “evrensel insanı”, onun açısından aslında tarihsel olarak beyaz, Avrupalı, erkek bir öznenin maskesidir. Post-hümanist düşünce bu maskeyi düşürür ve özneyi yeniden, ilişkiler ağı içinde, çokluk ve farklılıklar tarafından inşa edilen bir varlık olarak tanımlar.
“Post-hümanist öznellik, kuvvetli bir kolektif hissiyata, dolayısıyla toplum inşa etmeye dayanan bedenli, gömülü ve bu haliyle kısmi bir hesap verebilirlik biçimi ifade eder.”
(Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, s.69)
Bu anlayış, Levinas’ın öteki’ye dair etik sorumluluğunu, Buber’in karşılıklılığını ve Heidegger’in dünyada-oluşunu, insan-merkezli olmayan bir düzleme taşır. Artık “öteki” yalnızca insan değildir; hayvanlar, makineler, bitkiler, göçebeler, kadınlar ve Batı dışı topluluklar da bu etik bağın parçasıdır.
Braidotti’nin “oluş etiği” (ethics of becoming), tekil ve ayrıcalıklı öznenin yerine oluş halindeki, çoklu ve bağlantısal bir varoluş biçimini koyar:
“Önerdiğim insani etkileşimlerin post-hümanist yeniden kompozisyonu, tepkisel kırılganlık bağıyla aynı şey değildir. Daha ziyade, özneyi çoklu başkalarıyla ilişkilerinin akışı içerisinde konumlandıran olumlayıcı bir bağdır.”
(Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, s.69)
Bu olumlayıcı bağ, Levinas’ın etik sorumluluk düşüncesini genişletir; Buber’in diyaloğunu yalnızca insanlar arasında değil, tüm canlılar ve maddi varlıklar arasında mümkün kılar; Heidegger’in bedensel varlığını ise kadın ve ötekileştirilen Batı dışı tüm topluluklar, hayvan, makine ve ekosistem içeren bir ağın içine taşır.
Levinas, Buber ve Heidegger, hümanizmin sınırlarını zorlayan, geçiş döneminin düşünürleridir. Onlar sayesinde özne artık kendi içine kapalı bir bilinç değil, ötekiyle, dünyayla ve ilişkilerle örülü bir varlık haline gelir.
Braidotti ise bu hattı radikalleştirir: beyaz, erkek, Batılı erkek öznenin merkezden çekildiği, insanın da dünyayla eşit bir düzlemde yer aldığı yeni bir etik anlayışı geliştirir.
Post-hümanist özne, hem Levinas’ın etik sorumluluğunu hem Buber’in diyalogdaki karşılıklılığını hem de Heidegger’in Dasein’ının dünyaya gömülülüğünü aşarak, çokluk içindeki varlığın olumlayıcı etiğini temsil eder.
Bu, hümanizmin değil, çoğulluğun, farkın ve karşılıklı bağımlılığın ve etkilenebilirliğin etiğidir; beyaz erkek öznenin sessizleştirdiği tüm ötekilerle birlikte düşünmenin ve var olmanın imkanıdır.
Resim: Patricia Piccinini, The Long Awaited, 2008