Günlük hayatın hengamesinde savrulurken, bir yandan da modern dünyanın ve teknolojinin doğurduğu yeni ilişkilenme biçimleri hakkında sık sık şikayetler dile getiriliyor. Hem kendi deneyimlerim, hem çevremdeki diğer kadınların deneyimleri, hem de sosyal medyada oldukça revaçta olan ilişkisel problemlere dair paylaşımlar ve mizah içerikleri üzerine edindiğim izlenimler, benzer problemlerin evrensel bir düzeyde epey yaygın oluşundan dolayı, modern ilişkilenme biçimlerini yalnızca psikolojik değil, sosyolojik bir perspektiften de ve disiplinlerarası bir bakış açısıyla değerlendirmek gerektiği yönünde oldukça kafamı kurcalamaktaydı. Yine bir gün arkadaşımla sohbet ederken, akış içerisinde birçok şeyi aydınlatan bir farkındalık yaşadık. Bize farkındalık yaşatan konuda eminim ki çalışılmıştır ve literatürde yeri vardır ancak ben henüz rastlamadım. Dolayısıyla kendi perspektifimden fikirlerimi aktarmak ve hep birlikte tartışmak istiyorum. Aşağıda bahsedeceklerim kişisel deneyimlerim, izlenimlerim ve bu zamana kadar yaptığım psikolojik, sosyolojik ve antropolojik okumaların harmanlanması sonucu ortaya çıkan fikirlerdir ve tartışmaya açıktır. Kendim de bir kadın olduğum için, kadın bakışından, kadın deneyimlerinden yararlandım. Yazıda söz konusu edeceğim ilişkiler heteroseksüel ikili ilişkiler olacaktır. 

İlişkilerin de her şey gibi hızlı tüketim aracına dönüştüğü günümüzde, deneyimlerimizdeki değişiklikleri ifade etmek için, hayatımıza yeni kavramların girmesi kaçınılmazdı. Sosyal medyada sık sık karşımıza çıkan “situationship” bu kavramlardan birisi: “biz şimdi neyiz” ilişkilerine verilen ad; arkadaşlıktan öte olan ancak “sevgili” olarak adlandırılmayan, herhangi bir adanmışlık veya üzerine ortaklaşa konuşulmuş bir anlaşması bulunmayan, tarafların duygularını ve beklentilerini açıkça ifade edemedikleri, etmekten çekindikleri veya ettiklerinde kaçamak cevapların alındığı, hatta bazen, günümüzde yine yaygın kullanımda olan “ghosting”e maruz kalındığı bir ilişki biçimi. Bu ilişki biçiminde daha çok kadınların “biz şimdi neyiz” sorgulamasına giriştiği, bazen sorduğu, bazen soramadığı, bazen çelişkili sinyallerle kafa karışıklığından allak bullak olduğunu gözlemliyorum. Elbette aksi durumlar da söz konusu olabilir ancak gözlemlerim bunu daha çok kadınların yaşadığı ve kadınların erkekler tarafından duygularının görmezden gelindiği, üstü kapalı bir biçimde bile ifade edilmesine izin verilmediği yönünde. Dolayısıyla böyle bir ilişki içerisinde bulunan kadın ve erkek söz konusu olduğunda ilişkinin dümeninin kontrolü erkeğin elinde. “Biz şimdi neyiz” diyen taraf, karşı tarafın kararını bekleyerek onun arzularına boyun eğmekte. 

Washington Üniversitesi’nden profesör Riki Thompson, Bumble uygulamasının rolleri tersine çevirdiğini; iletişimi başlatanın kadın olmasını sağlayarak “flörtün eski kurallarına meydan okumak” iddiasıyla oluşturulduğunu dile getiriyor. Ancak araştırmaları sonucunda bunun hiç de böyle olmadığını, kadınları güçlendirmediğini, birçok kadın kullanıcıyı hüsrana uğrattığını ve savunmasız bıraktığını ifade ediyor. Uygulama içerisinde sohbeti başlatmanın yalnızca bir cinsiyete yüklenmesinin diğer tarafı pasifliğe teşvik ettiğini ve sağlıklı iletişimi engellediğini ifade ediyor. Erkek, kadının elindeki gücü bertaraf etmek için onu nesneleştiriyor, yanıtsız bırakıyor veya bir şeyler yaşandıktan bir süre sonra “ghostlayarak” varlığını yok sayıyor ve görmezden geliyor.

Leah Fessler’in 2016’da yaptığı bir araştırmada, 75 erkek ve kadın öğrenciyle yapılan röportaj ve 300’den fazla çevrimiçi anket analizi sonucunda, röportaj yapılan kadınların %100’ü, ankete katılan kadın katılımcıların ise 4’te 3’ü kararlı ve istikrarlı bir romantik ilişki kurma tercihlerini belirttiler. Şuanda “situationship” yaşayan 25 görüşmecinin yalnızca %8’i bu ilişkiden mutlu olduklarını ifade ettiler. Görüşülen kadınların cinsel partnerleriyle bağlılık, samimiyet ve güven ilişkisi kurma istekleri olduğunu; bunun yerine neredeyse hepsinin kendilerini aşırı derecede kendinden şüphe duyarken, duygusal istikrarsızlık yaşarken ve yalnız hissederken bulduklarını ifade ettiler. Erkeklerin ise büyük çoğunluğunun idealde uzun ve istikrarlı bir ilişki arzuladığını ancak gündelik seks yapmak konusunda güçlü bir sosyal baskı hissettikleri bulgulandı. Yani erkeklerin gerçekte istediklerine rağmen, yaygın ilişki kültürü onları, heteroseksüel erkekler olarak kamusal kimliklerini, yattıkları kadınların sayısına ve fiziksel çekiciliğe dayandırmaya sevk ettiği yorumu yapıldı.

Kadınlar seçme haklarını, insanlık tarihine baktığımızda, çok kısa bir süre önce elde etmişlerdir. Yalnızca oy verme hakkının yanında her alandaki haklarını savunmuşlar, büyük kazanımlar elde etmişlerdir ve mücadele halen sürmektedir. Eş seçme, iş seçme, eğitim almayı seçme, giyeceğini, yiyeceğini, nerede yaşayacağını, nereye gideceğini, evlenmeyi, evlenmemeyi, çocuk sahibi olmayı veya olmamayı ve nicelerini. Ancak kadınların kazanımları yüzyıllardır hasar almayan “erkeklik” tasarımını tehdit etmektedir. Erkekler alıştıkları “ayrıcalıklı” konumu kaybedeceklerinden korkarak, ayrıcalıklarını kadınla paylaşmak istememektedir. Erkekler karşı karşıya kaldıkları “eşitlik tehdidi” ve “yerinden edilme” tehdidi ile ne yapacaklarını bilememektedirler. Kadınlar üzerindeki iktidarları ellerinden kayıp giderken bu, kadınlarla kurdukları ikili ilişkileri de derinden etkilemektedir. 

Bundan 100 sene öncesine kadar kadının görevi erkeğin annesi olmak, eşi olmak, ona çocuklar doğurmak, evi çekip çevirmek, yemek yapmak, temizlik yapmak, erkek kızdığında onu sakinleştirmek, yatıştırmak, erkeğin suyuna gitmek, erkeğin gönlünü hoş tutmak, onu yatakta memnun etmekti. Kadın hangi erkeğin eşi olacağını çoğu zaman seçmezdi. Dolayısıyla erkek kadını elde etmek için onunla flört etmek, onu anlamaya çalışmak, onunla iletişim kurmak, onunla dost olmak, onu etkilemek durumunda değildi. Ortak ilgi alanlarına, benzer zevklere ve düşüncelere sahip olmak önemsenmezdi. “Elinin hamuruyla erkeğin işine karışmaması gereken” kadın, iletişim kurmaya değecek bir varoluşa sahip olarak görülmüyordu. Duygusallık kadına atfedilen bir zayıflıktan ibaretti. Duyguları ifade etmek kadının işiydi. Erkek rasyoneldi, iş bitiriciydi, pratikti. Duygularla işi yoktu onun, duygusal olmak zayıflık demekti. Erkek dünyasında duygulara yer yoktu. Dolayısıyla erkek ve kadının birbirini anlamasına da gerek yoktu. Çünkü zihinleri aynı çalışmıyordu.

Felsefe, sanat ve bilim tarihinde de, erkeğin iktidarındaki her “saygıdeğer” alanda olduğu gibi, akıl her zaman erillikle özdeşleştirilmiştir. Küçümsenen ve bir zayıflık olarak görülen duygusal alan ise kadına bırakılmıştır. Immanuel Kant insan aklını en baskın güç olarak değerlendirmiştir. İlerlemenin ve gelişmenin tek yolunun aklı kullanmak olduğunu ve aklın önderliğinde ilerleme becerisinin erkeklere içkin olduğunu ifade eder. Erkekler aklı kullanarak kurallar yazar, koyar, bilim yapar, düşünce üretir, ahlakı kurgular; kadın ise erkeğin çizdiği bu yolda yalnızca boyun eğer ve onun kurguladığı dünyaya uyum sağlaması gerekir.

Francis Bacon, aklı ve bilimi insanın doğaya hükmetmesi ve doğadan insanlığın yararı ve insanlığın faydası için yararlanabilme beceri olarak yüceltir. Doğa ise ilk çağlardan beri kadın ile özdeşleştirilmiştir. Bacon da benzer biçimde kadını doğa ile özdeşleştirerek doğaya hükmeden eril aklın kadına da hükmetmesi gerektiğini ifade eder.

Ben bu görüş üzerinden, doğa ile özdeşleştirilen kadının duygularla özdeşleşmesini de anlamlı buluyorum. Doğa’nın bizi götürdüğü doğallık bir yandan duyguların ifadesini de meşrulaştırır. Duyguların da tıpkı doğa gibi kontrol edilmesi güçtür ve tam da bu yüzden doğa gibi yıkıcı olabilmektedir. O halde aklı ile doğayı ve kadını zapteden erkeğin, duyguları üzerinde de iktidarını kurması ve rasyonel aklı öncelemesi beklenebilir. Dolayısıyla erkeklerin, kontrol altına alması bu kadar güç olan doğa ve onun uzantısı olan kadını ve “kadınlık” alanına hapsedilen duyguları tahakküm altına almayı başardıklarında kendilerini “en erkek”, “erkek adam” hissetmeleri çok normal değil mi?! Ancak burada gözardı edilen – bize psikoloji biliminin öğrettiği biçimde ve Freud’un da belirttiği gibi – bastırılan ve bilinçdışının karanlıklarına itilen şeylerin daha da güçlenerek geri döndüğüdür. İnsan demek duygu demektir; duyguların inkarı onları yok etmez. Form değiştirmiş ve yıkıcı bir biçimde gün yüzüne çıkacakları zamanı bekledikleri bilinçdışının karanlıklarına gömülürler. Tıpkı insan eliyle aşama aşama can çekiştirilen doğanın, doğa olayları ve doğal afetlerle, öfkeli bir biçimde, insanlıktan hesabını sorması gibi…

Descartes da saf bilgiye ulaşma yolunda kadın ve erkeğin bilişsel süreçlerini birbirinden ayırırken şöyle der: “Kartezyen Erkek Akıl’ın şeylerin doğru bilgisine ulaşmak için aşması gereken duygusal alanlardan kadınlar sorumludur. O, erkek ise, eğer bilimin nihai temelini yakalamak istiyorsa, bilimsel etkinliğin büyük bir bölümünde disiplinli imgelem düzeyine ve katı, saf anlık düzeyine geçmek zorundadır. … Erkek, eğer Akıl’ın en yüce biçimini uygulamak istiyorsa yumuşak duyguları ve duyusallığı geride bırakmış olmak zorundadır; onları erkek için koruyacak olan kadındır.”

Burada keskin bir biçimde duyguların, duygusallağın hem kadının kendisi için hem erkek için kadının taşıması gereken bir durum olduğunu, rasyonel ve pratik aklın ise erkeğe içkin olduğunu ortaya koyuyor Descartes.

1843 yılında Auguste Comte, John Stuart Mill’e yazdığı mektubunda, biyolojik cinsiyetler hiyerarşini duygu ve zeka ayrımı üzerinden yeniden kurar. Kadınlara duygu, erkeklere ise zeka bahşedilmiştir (duygu ve zeka sanki birbirinden ayrılabilirmiş gibi). Comte kadınları “radikal bir çocukluk durumu” içinde görür. Kadınlar sosyal duyguların kaynağıdır ve “duygusal cins”tir. Bu nedenle yerleri ailenin yanıdır; ev içi yaşam onlara en uygunudur. Erkeğin eşiti değillerdir; onların refakatçileridir.

Yüzyıllar boyu süregelen, duyguların ve duygusal olmanın aşağılanması, duyguların yalnızca kadınlara ait bir şey olarak ayrıştırılması bugün hala daha etkisini sürdürmektedir. Kadın ve erkek bilinci arasında oluşturulan böylesi bir uçurumun, çiftlerin birbirini anlamaları yönünde büyük bir engel oluşturması kaçınılmazdır. Yüzyıllardır içselleştirilmiş olan bu bilgi, hem kadının hem erkeğin kendilerine dayatılan rolleri sorgulamadan sürdürdükleri yaşamlarında davranışlarının zeminini oluşturuyor. 

Geçmişte ikincil konumunu kabul eden kadın, böyle bir ortamda, anlaşılmayı, duygu paylaşımını erkekten talep etmezdi. Keza talep etme hakkı da yoktu. O erkeği anlamaya, yatıştırmaya çalışırdı, bu onun göreviydi. Ancak erkeğin kadını anlaması, dinlemesi, onunla insanca ilişki kurması gerekmiyordu. Gerçek insan erkekti; kadın ise onun kusurlu, bir alt formuydu. Onu neden anlamak için çaba harcasındı ki? Zayıf ve kırılgan bir varlık olan “duygusal kadın”ı anlamaya çalışırken kendini küçültmekle vakit kaybedemezdi “yüce erkeklik”.

Kadın, haklarını elde etmeye başladıktan sonra erkekten bir şeyler talep etmeye başladı. Günümüzde erkek bir kadını elde etmek istiyorsa, onu anlamaya çalışmak, onu etkilemek, onunla iletişim kurmak durumunda. Bu kadar kısa sürede değişen bu dengelerle ne yapacağını bilemeyen erkek afalladı, duygularla karşılaşan ve duyguları ile ilişkiye girmesi gereken erkek afalladı. Alışmadığı bir şeyin, kendi kontrolü dışında dışarıdan dayatılması karşısında yaşadığı iktidar kaybı ile bir süre baş etmesi gerekti. Kadının kazanımlarının görünürde artması, kadınların elde ettikleri haklarındaki, yaşayış biçimlerindeki ve ilişkisel alandaki değişimler, zihinsel süreçlerimizdeki değişimlerden çok daha hızlı gerçekleşmektedir. Bu yüzden yüzyıllardır süregiden ve benimsenen inanışları (kadın ve erkek toplumsal cinsiyet atıflarını) değiştirmek pratikte mümkün olsa da zihinlerde oldukça zordur. Erkekler kendilerinden daha önce beklenmeyen bir durumla karşı karşıya kalmışlardır; kadınla duygu paylaşımı yapmak, onu anlamak, eşiti gibi hitap etmek, karşılıklı anlama için kadın karşısında iletişim becerilerini geliştirmek… Kendiyle eşit konuma gelen kadına artık hükmedemediği durumda onu anlamak ve onu kendi yanında kalması için ikna etmek için çaba harcaması gerekiyordu. Hiç alışık olmadığı biçimde bir enerji harcaması ve ilişki kurmak için, ilişkiyi sürdürmek için kadının duygularına ve düşüncelerine temas etmesi gerekiyordu. Ayrıcalıklı ve üstün konumunu ve binlerce yıllık iktidarını tehdit eden bu durum karşısında erkek dehşete düştü. İktidarı elinden alınırken, daha önce hiç karşılaşmadığı beklentiler karşısında kendini koruma ihtiyacı hissetti, ama ne yapacağını bilemedi.

Ancak gelişen teknoloji ve imkanların sınırsızlaşması ile erkek bir kadın ile anlamlı, uzun süreli ve eşit iki insanmış gibi iletişim kurmak zorunda kalacağı, duygusal paylaşım yapması gerekeceği bir biçimde kadını etkilemek zorunda olma yükümlülüğünden yeniden kurtuldu. Ben teknolojinin bazı kullanım biçimlerinin kadınların kazanımlarına zarar verdiğini düşünüyorum, özellikle ikili ilişkiler söz konusu olduğunda. Bir anda üzerine yüklenen duyguları ifade etme yükü, kadınla eşiti olarak ilişki kurma yükü, erkeğin omuzlarına ağır geliyorken, teknoloji “sayesinde” erkek bu yükten kurtulmanın yolunu buldu. En yeni kavramlardan olan situationship sürekli gündemde ve belli ki birçok kişinin içinden çıkamadığı ilişkileri anlamlandırma çabasının bir ürünü. Genellikle bu tarz ilişkilerde kadın ve erkek bir ilişki kuruyor; bu bir süre devam ediyor ve bir noktada partnerlerden birisi bu ilişkinin nereye gittiğini sorguluyor. Ancak karşı taraf bu konuyu konuşmaktan kaçınıyor, duygusal paylaşım yapmak istemiyor ve herhangi bir yakınlık ve bağ kurulması talebini reddediyor. Bu taraf genellikle erkek oluyor. İktidar kaybı ile karşı karşıya gelen erkeğin iktidarını yeniden ele alma biçimi olarak değerlendiriyorum bu durumu ben. Talep eden kadın karşısında onun taleplerini vermeyi reddeden, seçeneklerinin çokluğu ve seçeneklerin ulaşılabilir oluşu nedeniyle bu reddedişi kolaylıkla yapabilen ve kadınla bir seks objesiymiş gibi kurduğu ilişkiden öteye gitmek istemeyen erkeklerle dolu etrafımız. 

Erkek, eskiden olduğu gibi yeniden, “kadınsı” duygularını ifade etmek zorunda değil, kadının duygularını önemsemek zorunda da değil, bir kadının duygusal ihtiyaçlarını karşılamak zorunda değil, bir kadını anlamaya veya kendini anlatmaya çalışmak zorunda değil. Bu zorunluluk kısa bir süre için erkeği sarstı; ancak teknoloji sayesinde, ondan bunu talep eden kadınlara “güle güle” deyip bir sonrakine kolaylıkla geçebilir hale geldi. Erkeğin kadın üzerindeki iktidarını kaybetme korkusu, dating app’ler ve takılma kültürü sayesinde, iktidarını farklı bir biçimde yeniden güçlendirerek elde etmesiyle şimdilik son buldu. Kadının insani talepleri onun yeniden ve belki de hiç değişmeden seks objesi olarak görülmesi ile, seçenek havuzundaki herhangi bir “tüketim nesnesinden” biri olarak değerlendirilmesi ve değersizleştirilmesi ile, duygusal ihtiyaçlarını konuşmaya bile cesaret edemeyecek hale getirilmesi ile, duygularından bahsettiğinde duyulmaması, görmezden gelinmesi, “gaslighting”e maruz kalması veya “ghostlanması” ile yok sayılıyor.

Michigan Üniversitesi’nden sosyoloji profesörü Elizabeth Armstrong, “toplumumuz toplumsal cinsiyet eşitsizliğine doymuş durumda, dolayısıyla (ataerkillik) takılma kültüründe elbette bir rol oynuyor” diyor. “Erkekler genellikle kadınlara saygısızlık edecek şekilde ilişkileniyorlar. Toplumumuzun kurumları bu davranışlara izin veriyor ve teşvik ediyor. Bu saygısızlık, dating app’lerde, ilişkilerde ve diğer bağlamlarda da kendini gösteriyor. Tek gecelik ilişkiler ve takılma amaçlı görüşmek isteyen birçok kadın da var, bu durum, kadınların cinsel davranış açısından özgürleştiğini ve güçlendiğini doğrular.. Bununla birlikte, sıradan ilişkiler istemeyen ama yine de bu kültüre uyumlanan başka bir kadın grubu daha var – istedikleri için değil, kültür giderek yaygınlaştıkça, bunun tek seçenekleri olduğunu düşündükleri için. Böylece gri bölgede yer alan kadınlar kendilerini özgürleştirmiyor, aksine erkeklere “serbest geçiş hakkı” veriyor. Pek çok kadının istediği şey gerçek ve samimi bir ilişkidir – o kişinin önünde her şeyi yapabileceğiniz kadar rahat olduğunuz bir ilişki – ancak barda geçirdikleri gecelerden sonra kendilerini yabancılarla birlikte eve dönerken bulurlar.”

Evet, kadın cinsel davranışları açısından özgürleşti, ancak ataerkil yapının kadın cinselliğine bakış açısı değişmiş değil. Erkek, kadının bu özgürlüğünü kendi lehine çevirerek, kadını bir bedene indirgeyerek, onun öznel varoluşunun içini boşaltarak, yeniden dezavantajlı konuma getirmiştir. Kolay seks yapan kadını “değersizleştirme” kültürü halen sürmektedir. Erkek, kadının duygusal ihtiyaçlarını yok sayarak ve onun talep ettiği iletişimi ondan esirgeyerek kaybetmekle karşı karşıya kaldığı iktidarını yeniden ele almaya çabalamaktadır. Bugün mücadele ettiğimiz erkeklik krizi hem erkeğin, hem de kadının en temel ihtiyacı olan sevgi, güven ve bağ kurma ihtiyacını tahrip etmektedir. “Erkeklik” kurgusunun kırılgan yapısı, sadece kadını değil, erkeği de ezmektedir.

Kadına duygular erkeğe ise rasyonel akıl bahşedildiği yetmiyormuş gibi, duyguların kendi içerisinde de hiyerarşik bir yapı kurulur. Çünkü insan olmak duygusal olmak demektir ve erkek de duygulardan tamamen ayrışamaz. Bu ikilemi ortadan kaldırmak için erkek “güçlü olmak” ile özdeşleştirebileceği duyguları kendisine mal eder. Hepimizin aklına erkekle özdeşleşen duygu deyince “öfke” gelebilir. İçselliğini dışavuran kadınlara kolayca “çok duygusalsın” diye aşağılamak amaçlı cümleler kurulabilirken, birçok öfke kontrolü problemi yaşayan veya öfkesini açığa vuran erkeğe kimse “çok duygusalsın” demez. Halbuki öfke de bir duygudur ve öfke kontrolü sağlayamamak yoğun duyguların etkisini gösterir. Erkeklere layık görülen tek duygu “öfke” olduğundan, erkek üzüntü, kırgınlık, incinme gibi kadına mal edilen ve kırılganlıkla özdeşleştirilen duygularını ifade etmekten “alıkonulduğu” için, bu duygular dönüşür ve “öfke” olarak ifade bulur. Nihayetinde her insan duygusaldır ve duyguları ifade etmemek, onları bastırmak, engellemek bir beceri değildir; bir eksikliktir ve ruhsal sıkıntıların temel kaynağıdır.

Duygular insani deneyimin en değerli parçasıdır. Onları ifade etmek, yaşamak, sahiplenmek ve aktarabilmek ruhsal sağlığı korumak ve anlamlı ilişkiler kurabilmek için önemli bir gerekliliktir. Duyguların cinsiyeti yoktur. Erkekler de tıpkı kadınlar gibi özgürce ağlayabilmelidir. Ağlayabilmek, bir özgürlüktür. “Erkekler ağlamaz,” demek yerine “tüm insanlar ağlar,” demektir doğru olan. Kırılmak, incinmek ve bunu açıkça ifade edebilmek, güçlü olmaktır; kırılganlığını kabul edebilmek gerçek güçtür. Kadın ve erkek, toplumsal anlamda gerçekten eşit olana kadar, zihinlerde insani eşitlik durumu içselleştirilene kadar, toplum tarafından inşa edilen kadınsılık ve erkeksilik tasarımları mutlak anlamda yıkılına kadar, kadın ve erkeğin birbiriyle insani ilişki kurma çabasının hep eksik kalacağına inanıyorum. 

Resim: Rene Magritte – The Lovers II

Kaynaklar:

https://qz.com/685852/hookup-culture

https://www.sciencedirect.com/science/article/abs/pii/S0191886917306311