Psikiyatrist Richard von Krafft-Ebing etkin – saldırgan davranışı erkeğe atfetmekte, kadını ise edilgin-pasif konuma yerleştirmektedir. 1800’lü yıllarda bunun aksini düşünmek oldukça ilerici bir tavır olurdu. Patriyarkal düzenin kadın ve erkek için uygun gördüğü toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı toplumsal sistemde, elbette ki kadın edilgin, erkek ise etkin olacaktı. Aksi durum eril tahakküm için tehdit oluştururdu. Peki erkek ve kadının yerleştirildiği etkin ve edilgin konum kendini nasıl ifşa ediyordu?
Krafft-Ebing’e göre, erkek kadına “sahip olduğunda”, onu elde ettiğinde haz alır ve kadın ise konumunun gerekliliklerine kendini bırakarak haz alır. Saldırganlık erkeğin doğasında vardır ve engelleri aşmaya yönelik bir eğilimin sonucudur.
Freud ise, benzer bir bakış açısının etkisinde, mazoşizmi dişil ile özdeşleştirmiştir (ancak bu her kadının mazoşizm eğilimi göstermek zorunda olduğu anlamına gelmez). Sadizm ise eril ile özdeşleştirilme eğilimindedir. Freud’a göre, kadınlar ‘biyolojik olarak’ cinsel açıdan pasif ve itaatkardır ve bu nedenle doğuştan gelen bir mazoşizme sahiptirler. Freud, çoğu erkeğin cinselliğinin bir saldırganlık unsuru içerdiğini ve sadizmin, cinsel içgüdünün bağımsız hale gelen ve abartılan saldırgan bileşenine karşılık geldiğini ifade eder. Eril saldırganın dişile hükmetmek ve onu alt etmek için biyolojik bir dürtüsü vardır.
Acının dişil üreme işlevlerinin bir parçası olduğu ifade edilir. Kadın kanı akmadan hazza sahip olamaz. Üremenin en önemli parçası olan regl döngüsü, cinsel birleşmenin sonucunda bekaretin kaybı ile (her zaman olmasa da) akan kan, doğum esnasında çekilen acı ve akan kan… hamilelik, doğum, emzirme hepsi hem mutluluk veren hem de acı veren deneyimlerdir.
Farklı düşünürler de bu bakış açısını desteklemektedirler: Fransız tarihçi Michelet, kadını “ebediyen yaralı olan” olarak tanımlar.
Theodor Reik ise, biyolojik zorunluluklara kadının sabır ile katlanıyor oluşu, onlardan zevk aldığı veya alacağı anlamına gelmez diyerek düşüncesini ifade eder. Kaldı ki mazoşizm, Reik’e göre, erkeklerde kadınlardan daha fazla görülmektedir.
Kadın her ne kadar bu acı dolu biyolojik yazgısını değiştiremiyor olsa da, cinsellik ve cinsel birleşme sürecinde erkek kadar ve bellki de erkekten daha çok (kadının sahip olduğu “erkeklik artığı”, tam gelişmemiş fallus-klitoris sayesinde) cinsel haz alabilmektedir (Bonaparte, 1934). Ancak Marie Bonaparte, tüm bu bakış açılarından çıkan sonucu, kadının cinsellikteki edilgenliğini kabul ediyor olsa da, mazoşizmi dişil olarak kurmanın, kadına atfetmenin doğru olmadığını ifade etmektedir. Sanıldığının aksine vajinal birleşme kadının canını acıtmaz, kadın da en az erkek kadar haz almaktadır. Mazoşist sapkınlığın gelişimi, kadında da erkekte nasıl ise öyle olacaktır. Kadın dişil doğasından ötürü mazoşist güdümlü olmak zorunda değildir.
Reik, kadına atfedilen mazoşizmin, binlerce yıllık -erkeğin bakışından ve dilinden anlatılan, kurgulanan- kadınlık tarihi boyunca, patriyarkal düzen içinde, kadının itaatkar ve pasif rol üzerinden yetiştiriliyor olmasının etkisi olduğuna inanır. Dişil mazoşizme inanan ruh bilimcilerin bu sosyolojik gerçeği gözardı ettiğini ifade eder.
Reik, çağının düşünce biçiminin dışına çıkarak durumları çoklu perspektiften -hem bireysel, hem de toplumsal bağlamda- değerlendirebilen bir duruş sergileyebilmiş. Edilgenlik ve etkinlik toplum tarafından inşa edilen ve hatta toplumun eril iktidar kesiminin sahibi olan erkeklik tarafından inşa edilen toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı bir dağılımdır. Cinsellik, karşılıklı duygusal, fiziksel, tensel ve hazzal bir paylaşımdır. Erotik cinsellikte alıcı ve verici diye iki farklı rol yoktur. Hem kadın hem erkek partnerine bir şeyler verir ve ondan bir şeyler alır. Hazzın var olabilmesi için böyle bir karşılılıklık gerekmektedir.
Fotoğraf: Lou-Andreas Salome, Paul-Ree, Nietzsche