“İnsanın dünyası çok boyutludur; onun tavırları da öyle. Bu çok boyutluluk ekseriya ürkütücüdür, çünkü, net ve kolay anlaşılır değildir. İnsanlar, kendileri için kaç ihtimalin olduğunu unutmayı tercih ederler.” Martin Buber – Ben ve Sen
İnsan davranışlarını, duygularını ve ruhsallığını anlama çabası, insanlık tarihi boyunca insanlığı en çok meşgul eden konulardan birisi olmuştur. Kendimizi, toplumu ve içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandırma ihtiyacı medeniyetleri ilerletmenin yanında, belirsiz ve tekinsiz dünyayı güvenli ve tahmin edilebilir hale getirmeye çalışmanın bir ürünüdür. Günümüzde ise her geçen gün bilim ve teknolojideki artarak hızlanan ilerlemeler sayesinde bu ihtiyacı karşılama yönünde çok daha fazla araca ve bilgiye sahibiz. Bunun yanında, neoliberalizm ile bireyselleşmenin giderek arttığı dünyamızda, bireyin kendini kategorize etme, tutkularını, arzularını, öznel dünyasını birkaç madde ile genelleyerek açıklamaya çalışma hali, kazandığı hızın yanında, moda haline de gelmiştir. İnsanın kendisini anlayabilmesi için bu yollara başvurması oldukça anlaşılabilir bir durum olmakla birlikte bir takım riskler taşımaktadır. Kategorize etme, genelleme, etiketleme gibi anlamlandırma biçimleri, insanı anlamaya çalışmanın oldukça indirgenmiş bir yoludur ve insan ruhsallığının karmaşık yapısını ayaklar altına alıp değerini düşürmeye neden olabilir.
Evet, hepimiz belirsizliğe karşı bir şeyleri anlamlandırma ve açıklamaya ihtiyaç duyuyoruz; belirsizlik karşısında kendimizi güvende hissetmek için çok doğal bir eğilimdir bu. Ancak bu eğilime çok fazla sarılmak, olumsuz olarak nitelendirdiğimiz hoşnutsuzluk veren duygu, düşünce ve deneyimlerden kaçınmak için ve/veya davranışlarımızın sorumluluğundan kendimizi indirgediğimiz kategorilere sıkışarak kaçınmak için bir araç olarak kullanılabilmektedir. Kişilik testleri, aynı sorunu yaşayan her insana aynı çözümü sunarak geçeceğine inanma hali, birine iyi gelenin diğerine de iyi geleceğine inanarak karşı tarafı anlamadan yapılan dayatmalar, herhangi bir probleme 5 maddelik yüzeysel ve içi boş önerilerle sunulan reçeteler… İnsanın biricikliğini, eşsizliğini hiçe sayarak basitleştirmekten öteye gitmiyor bunların hiçbiri. Örneğin, “güne mutlu başlamanın 5 yolu”, “öfkeyle baş etmenin 3 yolu” gibi belki denediğinde o kişiye hiç iyi gelmeyecek şeyleri insanlara profesyonel kimliklerin arkasından sosyal medyada yönlendirmelerde bulunarak belki de uygulayıp başarılı olamadıklarında kendilerini daha kötü hissedecekleri durumlara sebep oluyor. Herkes biriciktir ve bazı problemlerin 3-5 maddelik reçetelerle basit çözümleri yoktur.
“‘Hakikat’ der Kierkegaard, ‘birey onu eylemiyle ürettiği zaman var olur.’ Heidegger ve onu izleyen varoluşçular, insanı yalnızca özne olarak gören -yani yalnızca düşünen bir varlık olarak gerçekliği olan insan olarak gören- rasyonalistlere ve idealistlere şiddetle itiraz etmişlerdir. Fakat insanı hesaplanabilen ve kontrol edilebilen bir nesne olarak ele alma tavrına karşı da aynı şiddetle savaş açmışlardır ve bunun örnekleri bugün Batı dünyasında insanları adeta robotmuş gibi, ucu bucağı olmayan bir endüstriyel ve siyasi kolektivizmin içine sıkıştırarak isimsiz birimler yapmak eğiliminde kendini gösterir.” – Rollo May
Ruh dünyamız birkaç kategoriyle açıklanmacak kadar karmaşıktır. Bu “korkunç” bir şey değil aksine bireyin eşsizliğini destekleyen kıymetli bir gerçekliktir. Hepimizin tutkuları, arzuları, eşsiz deneyimlerle bizi var eden bambaşka dünyaları vardır.
Albert Camus’ya göre cehennem, kişinin kimliğinin ebediyete kadar sınıflandırıldığı (kategorize edildiği) ve o sınıflandırmaya göre sabitlendiği bir yerdir: “zinacı hümanist, mülk sahibi dindar, sinirli filozof, öfkeli adam”. Camus’ya göre cehennem, insanın kendi derdini açma yolunun olmadığı bir yerdir. Gri alanların ortadan kaybolduğu, kişinin siyah-beyaz ikiliğine göre değerlendirildiği, ya iyi ya kötü olarak etiketlenip indirgendiği bir yerdir. Kişi burada ebediyen sabitleşmiş ve sınıflandırılmıştır; bu bir kere olduğunda her zaman sürer. Camus’nun cehennem tasviri, kendimizi ve başkalarını kategorize etmenin, sınıflandırmanın, etiketlemenin ve indirgemenin sakıncalarını çarpıcı bir biçimde düşündürür.
Bir başkasını kategorize edip, etiketleyerek değerlendirdiğimizde o kişinin sahici benliğiyle otantik bir ilişki kurma ihtimalimizi, dolayısıyıla sahici bir bağ kurma ihtimalizi ortadan kaldırmış oluruz. Siyah-beyaz ikiliği üzerinden düşünmek gri alanları göremememiz için gözümüze perde çeker; bütüncül bir değerlendirme yapamadığımız için sahibi benliğe erişimi engeller. Kendimize veya bir başkasına koyduğumuz teşhişler ve yapıştırdığımız etilerler kendimizi veya bir başkasını o kategorilerin dışarısında değerlendirebilme ihtimalimizi oldukça sınırlar. Bize sınırlı bir çerçeve sağlar ve kendimize veya bir başkasına dair, çerçevenin dışarısında kalan eşsiz özellikleri görebilmemizi, potansiyelleri keşfedebilmemizi engeller.
Yukarıda da değindiğim gibi, insanın kendisini ve kendi ruhsallığını kategorize etme çabası ise, bazı duygulardan (olumsuz olarak adlandırdığımız duygulardan), dolayısıyla o duyguları uyandıracak deneyimlerden kaçmaktır; hoşnutsuzluktan kaçınmak uğruna Eros’u öldürmektir. Acı çekmemek ve hayalkırıklığına uğramamak için otantik yaşamaktan vazgeçmektir; özgür seçimin düşmanıdır, kısıtlayıcı ve dar bir bakış açısıyla kendini değerlendirme, kendini yanlış ve eksik değerlendirmenin ve yaşamı verili olana göre yaşamaya çalışırken kişinin arzularına, gerçek ihtiyaçlarına ve sahici benliğine yabancılaşmasıdır. Sahici benliğin karanlığa itilen taraflarına temas edememek, değişimin ve gelişimin önündeki engeldir. Değişim ve gelişim için gerekli sorumluluğun alınabilmesine engel olur.
Örneğin; sosyal medyada sık sık karşımıza çıkan “Mutlu Olmanın 5 Yolu”, “Güne Mutlu Başlamanın 3 Yolu” gibi öneri ve yönlendirmeler, özellikle de uzmanlardan geldiğinde oldukça yıkıcı sonuçlar doğurabilmektedir. Herkesi mutlu eden şeyler kesinlikle aynı olmadığı gibi, bazen de insanın mutsuz olması, acı çekmesi gerekir. Keza bir kişi majör depresyonda olabilir; bir yakınını kaybetmiş veya oldukça kötü bir deneyim yaşamış olabilir; bazen de sadece kendisini iyi hissetmez. Ancak sürekli mutlu olmanın zorunluluk ve bir başarı kriteri haline geldiği ve mutluluk yarışı yapılan sosyal medyada karşılaşılan telkinlerle ve önerilerle, kişi kendine mutsuz olma ve acı çekme hakkını vermez, veremez. Mutlu olmanın 5 yolunu dener ama mutlu olamaz. Sonrasında kendisini daha da yetersiz ve işe yaramaz hisseder; belki de kendisini umutsuz vaka olarak görür. “Uzman mutlu olmanın 5 yolunu söylüyor ve ben bunları yapmama rağmen hala mutlu olamıyorsam demek ki ben de ciddi bir sorun var.” diyebilir. Ancak onun o an olumsuz duygularını sahiplenmesi ve bir süre için o duyguları deneyimlemesi gerekiyordur sadece ve/veya reçete edilen 5 yol onu mutlu edecek şeyler değildir, herkes mutlu olmak için veya iyi hissetmek için aynı yolları izlemez ve izlemek zorunda da değildir. Dolayısıyla, iyi niyetlilikle verilen indirgemeci uzman tavsiyeleri, birçok insan için işe yaramamaktadır ve bazen iyi gelmek yerine çok daha yıkıcı etkilere neden olabilmektedir.
Soren Kierkegaard “Ölümcül Hastalık Umutsuzluk” kitabında, umutsuzluğun ana kaynağının kişinin orijinal benliğine dair yanlış ve gerçekçi olmayan değerlendirmesi olduğunu anlatır. Kişi ya olduğundan başka bir şey olmak ister ve bunu başarır ve bu durumda kendisi olmayı bıraktığı için umutsuz olur; ya da başka bir şey olmayı başaramaz ancak yine gerçek benliğinden duyduğu hoşnutsuzluk ile umutsuz olur. Çözüm basittir: gerçek benliği kabul edip sahiplenmek ve oradan hareketle gerçek benliğin potansiyelleri üzerinde çalışmak. Bu kabulleniş kusurların ve gerçek benliğin hoşnutsuzluk veren taraflarının kabullenişlerini de içerir; acının, hayalkırıklıklarının, başarısızlıkların, yetersizliklerin, taşıması zor duyguların, olumsuz yaşam deneyimlerinin… ve yalnızca olumluya, pozitife odaklanmak gerçek benliğin önemli bir kısmının inkarını gerektirir ve sonucunda umutsuzluk kaçınılmaz olur. Kategorilerin ve verili olanların ışığında kendimizi değerlendirmek yerine bütüncül olarak kendimize bakmak ve kabullenmektir kaçınılmaz olanı engellemenin yolu.
Coşkunun ve tutkunun sembolü olan Dionysos’u yerinden edip, aklın, mantığın ve kontrolün sembolü olan Apollon’u koymak yerine ikisinin bir aradalığının gerekliliğini haykıran Nietzsche’den bir alıntıyla bitirelim;
“Bilimsellik belki de yalnızca kötümserlikten bir korku ve kaçış mıdır? İnce bir savunma mıdır – hakikate karşı? Ve, ahlaklı konuşursak, ödleklik ve sahtelik gibi bir şey midir? Ahlaksız konuşursak, bir kurnazlık mıdır?” Friedrich Nietzsche – Tragedyanın Doğuşu.
Resim: Albrecht Dürer – Melancolia I (gravür, 1514)