19. yüzyılın en önemli Fransız şairlerinden Charles Baudelaire çocukluğundan itibaren oldukça pesimist biriydi; derin bir yalnızlık hissini ve iç sıkıntısını sürekli duyumsamaktaydı. Acı ve üzüntü verici deneyimler sonrasında hayatın anlamsız ve ızdırap dolu oluşunu içselleştirmişti. Varoluşçu düşünürlere göre gündelik hayatın hengamesinden zaman zaman yüzeye gelen iç sıkıntısı veya “bulantı” hissi, insanın trajik yazgısının, yani sonlu varlığının bilincine varması ve hiçbir zaman tamamlanamayacak yaşam projesinin farkına varması ile ortaya çıkar. Varlığın yazgısı olan eksiklik, varlığın ızdırabını anlamlandırır. Varoluşçu düşünürleri doğrular bir biçimde Baudelaire, ölüm bilincine saplantılı bir biçimde ilgi duymaktadır. Bu bilincin yarattığı iç sıkıntısıyla insanın trajik yazgısı olan sonluluğu kabul etmekte zorlanmakta ve bu yazgıya derin bir öfke duymaktadır.

Albert Camus absürt felsefesini kurduğu yapıtı ‘Sisifos Söyleni”nde, günlük rutinin içerisindeyken bir anda silkelenip dünyadaki sonlu varlığının ve belirsizliklerle dolu yaşamının saçmalığı ile karşı karşıya gelen insanın bu uyanıştan sonra iki seçenek ile karşı karşıya geldiğinden bahseder: Ya intihar ya başkaldırı. Yaşamın absürtlüğünden kaçış olanaksızdır: Tek çıkış intihardır; ancak yaşamı seçen insan için absürtle birlikte ve absürte rağmen yaşamak mümkündür. Sahici özgürlüğün anahtarı olan absürtü kabul edip onunla birlikte ve ona rağmen yaşama gücünü veren bu başkaldırıdır. Absürtlüğü kabul etmek ve yaşamdaki anlamını kendin yaratma iradesidir.

Camus’nun tanımladığı yol ayrımına gelen Baudelaire, intihar yerine başkaldırmayı seçmiştir. Ancak absürtle birlikte, onu kabul ederek yaşamakta zorlanmış ve yaşam içgüdüsünden ziyade ölüm içgüdüsünün egemenliğinde hayatına devam etmiştir: Sürekli intiharın eşiğindedir. 1845 yılında başarısız bir intihar girişiminde bulunmuştur. Kendini intiharla yok edemeyen Baudelaire alkol ve uyuşturucu ile kendini yavaşça tüketmeyi seçmiştir. Ölmekle kalmak arasında bir türlü karar verememiştir. Bir yandan kendini tüketirken bir yandan da yaşamayı seçmiştir. Onu Camus’nun ortaya attığı intihar seçeneğinden uzaklaştıran şey ise sanatsal üretimidir. Sanat onu hayatta tutmuştur. Sanat aracılığıyla karanlık ruhunun iç sıkıntısını dönüştürerek absürte savaş açmıştır.

“Milyonlarca kurtçuk gibi yoğun, gide gele

Ziftlenir beynimizde bir şeytan oymağı

Ve her solukta Ölüm’ün gizli ırmağı

İner ciğerlerimize boğuk bir sesle” Baudelare – Kötülük Çiçekleri

Sigmund Freud’un dürtü teorisi ile tanımladığı yaşam dürtüsü (eros) ve ölüm dürtüsü (Thanatos) insanın davranış, duygu ve düşüncelerinin altındaki iki temel içgüdüdür. Bu iki temel içgüdü iç içe geçmiş haldedir: Birbirleriyle sürekli bir çatışma halindedir. Baudelaire’de Thanatos’un sürekli çağrısı Eros karşısında zafer kazanmış gibi görünmektedir: Thanatos, insanın başladığı hale geri dönme; yani inorganik haline geri kavuşma arzusudur. O hem ölüm fikrinden yani sonlu ve eksik olmaktan nefret etmekte, hem de ölmeyi arzulamaktadır. Ölüm içgüdüsü, saldırganlık, şiddet, vahşet gibi yıkıcı ve saldırgan dürtüleri ifade eder. Baudelaire ölüm içgüdüsünün ağırlığı altında bir tane intihar girişiminde bulunmuş, iki kez frengiye yakalanmış, alkol ve esrarı sürekli kullanarak yıkıcı dürtülerini kendisine yansıtmıştır.

Jeffrey Burton Russel, ‘Şeytan’ isimli kitabında, “Kötülüğün özü, hissedebilen, yani acı duyabilen bir varlığın incitilmesidir.” der. Acının varlığı kötülüğün varlığının bir olumlamasıdır. Acılı bir hayatın içerisinde kendini tüketmeyi seçen Baudelaire, tıpkı sonlu oluşunun ızdırabını sürekli duyumsadığı gibi, insanın içindeki kötülüğü de sürekli duyumsamıştır.

Baudelaire ölüm gerçeğinin sarsıcılığı ile gelen iç sıkıntısı karşısında insanın kötülüğün cazibesine kapılmamasının imkansızlığını estetize eder: Yaşamın karşısında ölüm; iyinin karşısında kötü. Hayal gücü, sonlu varlığının bilincinde olan insanın lanetidir belki de. Kendi sonunu hayal edebilen insan, kendisini sürekli ölüme yaklaştıran, ölümün işbirlikçisi zorba ‘zaman’ın geçişini hiçbir zaman sahip olamayacağı sonsuzluğu arzulayarak duyumsar. Hayal gücünü en çok harekete geçiren şey ise can sıkıntısıdır ona göre. Kalbi tembelleştirir ve kötülüğü besler.

“Avını azar azar soğuran cehennem çukuru”na (Galand, 1969: 255) benzeyen acımasız kötülük kafilesi karşısında Baudelaire, son dörtlükte, can sıkıntısını naif bir insanlık hali gibi görünen ama hayallerinde türlü türlü kuran bir canavar olarak ifade eder:

Can sıkıntısı o! Gözü yaşarır birden,

Çubuğunu yakıp kurar ağaçları.

Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,

İkiyüzlü okur, benzerim, kardeşim, sen! Baudelaire – Kötülük Çiçekleri

Peter Andre-Alt – ‘Karanlık Ruhun Arkeolojisi: İçimizdeki Kötülük’ isimli kitabında ‘Kötülük Çiçekleri’nde kötülüğün yetiştiği karanlık toprak olan ‘can sıkıntısı’ canavarını pasajın dayandığı Delacroix’nın ünlü resmi ‘Sardanapal’ın Ölümü’ üzerinden analiz etmiştir: ‘”Kötülüğün ana sahnesi, ruhun yorgun ve korkak olduğu için zaten gerçekleştiremeyeceği (“n’est pas esse hardie” [Yeterince cesur değil de ondan]) sapkın edimler değil, hayal gücüdür. Asıl kaynağı da can sıkıntısında (ennui) yatar; okura da bilindik metaforlarla anlatıldığı gibi, can sıkıntısı darağaçlarını düşlerken (“Il reve d’echafauds” [Darağaçları düşler]) bir yandan da nargile içmektedir (“en fumant son houka” [çubuğunu içerken]). Bu pasajın temel aldığı model, Delacroix’nın anıtsal resmi Sardanapal’ın Ölümü’dür (1826/27): Savaşta yenilgiye uğrayan Babil Kralı Sardanapal, cariyelerinin öldürülmesini ve sarayının yıkılmasını emretmiştir. Adamları bu kanlı buyruğu yerine getirirken, zorba hükümdar yanı başında zehir şişesiyle kabarık yastıklara uzanmış, korkunç olayları bir tiyatro sahnesi gibi seyretmektedir. Konusunu Byron’ın bir dramından (1821) alan tablo, Baudelaire’in ennui [can sıkıntısı] kuramını tüm ahlaki güçlerin tükenmesi motifine ve izin verilmeyen şeyin salt duyusal algılanışından duyulan hazza bağlar. Kötülük kalbin tembelliğinden doğmaktadır ve bu tembellik aynı zamanda insanın vicdanının sızlamasının da ahlaken zayıflamanın rahatsız edici belirtisi gibi görünmesine yol açar: “Günahlarımız katı, pişmanlığımız gevşek.” Kötülük, insanın sırf rahatı bozulmasın diye bile olsa işlemeyeceği suç değil (“le viol, le poison, le poignard, l’incendie” [ırza tecavüz, zehir, hançer ve yangın]), yaşam güçlerinin çöküşüyle birlikte dürtülerin yükselmesidir. Böylece, decadence kavramıyla vurgulanan yaşamsallığın çöküşü, bireyin ahlaki anlamda bağlanmadığı, ama hayal gücüyle yükseltilmiş bir algılama kültürünün temel kalıbını oluşturur. Baudelaire kavramsal açıklamaya izin vermeyen ve felsefi yorum modellerini geçersiz kılan kötülüğün erişilemezliğini göstermekle kalmaz sadece. Kötülük Çiçekleri’nin asıl skandal yaratıcı yanı olan tefekkür boyutu vardır: Darağaçlarını düşleyen imgelem, keyifle tüketilen kötülüğün kaynağıdır. Bilindiği gibi kendi başına bir döngüyü konu alan Paris Sıkıntısı ile birlikte bu eser, “verimsiz bir ilgisizlik” (“morne incuriosite”) denilen temel bir tutum sergilemektedir ve tüm yasakları çiğnemenin verdiği hazzın çıktığı yer de budur. Paris Sıkıntısı’nın içinde yer alan, 1862 yılına ait bir düzyazı şiir olan “Kötü Camcı” bu duyguyu ele alarak onu akıldışı suçların başlangıç noktası sayar.” (s. 78)

Karanlık hayaller ile kötülüğü yeşerten can sıkıntısı, “güçle ittifak kurduğunda, cinayete kadar sürükleyebilir. Zira yeter ki serbest kalsın, her şeyi yapmaya yetkili görür kendini.” (Sagnes, 1969: 206).

Kaynakça:

Galand, René, Baudelaire Poétique et poésie, Editions A. G. Nizet, Paris, 1969

– Sagnes, Guy, L’Ennui dans la littérature française, Librairie Armand Colin, Paris, 1969

Resim: Delacroix – The Death of Sardanapalus (1827)