Günümüz ilişkilerinin özneleri karşılıklı olarak Engin Geçtan’ın “Varoluş ve Psikiyatri” kitabında ifade ettiği gibi “ihtiyaç objesi”nden öteye gidemiyor. İçten ve samimi bir ilişkilenme sağlayabilmek, kalabalıkta iğne aramak gibi. Kendimizin bu sistemdeki rolü üzerine ve çağın bize sunduğu veya “dayattığı” var olma biçimlerinden nasıl etkilendiğimiz üzerine oturup ciddi anlamda düşünmek lazım. Etrafımız ihtiyacımızı karşılamaya hazır sınırsız objeyle çevrili ve insanlar da o objelerin arasına katılmış birer tüketim nesnesine dönüştüler. Elimizin altındaki telefon üzerinden her insana bir tık ile erişim sağlayabilmek aslında kimseye sahici bir şekilde erişememeyi doğuruyor. Evet, ihtiyaçlarımızı karşılamak hiçbir çağda bu kadar kolay olmamıştı belki; ancak sınırsız araçla çevrili olduğumuz bir yerde ihtiyaçlarımızın ne kadarının gerçekten bize ait, ne kadarının bize dışarıdan dayatılıyor olduğundan bile emin olamıyoruz. “Ne istiyorum, neye ihtiyacım var, aradığım gerçekten ne?…” Anlamsızlıklarla dolu bir dünyanın içerisinde anlam yaratmak oldukça zorlaşıyor; birçoğumuz yüzeysel hazlarla kendimizi uyuşturmayı seçiyoruz.

Hayatımızda hiç olmadığı kadar insanla iletişim kurma olanağına sahibiz ancak en derinlikten yoksun, en samimiyetsiz ilişkiler denizinde boğuluyoruz ve kendimizi hiç hissetmediğimiz kadar yalnız hissediyoruz.

İnsan, hiçbir çağda bu kadar çok olanağa sahip olmadı; her şeye sahip olmaya çalışmak hiçbir şeye ait olamamayı, hiçbir şeyi sahiplenememeyi doğuruyor. Her şeyden hemen sıkılıyoruz; çünkü her an yenisi ve belki de daha iyisi gelebilir diye düşünüyoruz. Kapitalist sistemin, medyanın gücü ile zihnimize işlediği, eskiyi atıp yenisini alma, daha iyisini alma “ihtiyacı” insan ilişkilerine de sızdı… Öznelerarası ilişkiler yerine nesnelerarası ilişkiler geldi. Yalnızca karşı tarafı bir nesne olarak görmekle kalmıyor, kendimizi de nesne olarak sunuyoruz.

“Yüzyüze ilişkinin yerini ekrandan ekrana ilişki alınca temasa geçen şey yüzeyler oluyor. Twitter (instagram, facebook, dating uygulamaları vb.) sayesinde, bir belirip bir kaybolan fırsatlarla dolu telaşlı hayatımızın öncelikli hareket vasıtalarından ‘sörf’, nihayet insanlar arası iletişimin hızına yetişti. Bunun sonucundaysa insani temastaki ve ilişkilerdeki içtenlik, derinlik ve süreklilik zarar gördü.” Zygmunt Bauman – Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup

Teknoloji sayesinde elde ettiğimiz kazanımlar, teknolojinin bize sağladığı konfor bize haz ve acı dengesini sağlamayı kolaylaştıran bir alan açıyor. Psikanalitik açıdan, insanlar sürekli haz peşinde koştuklarında ve arzularını doyurmak istediklerinde, erosa teslim olduklarında, acının da beraberinde geldiğini gözlemlerler. Dolayısıyla acıdan kaçınmak için hazzı ötelemeyi, arzuları törpülemeyi öğrenirler. İlişkilerdeki acıdan kaçınmanın yolu ise derinlikli ilişki kurmaktan kaçınmaktır. Ancak bu aynı zamanda derinlikli ilişkinin sağlayacağı en temel insani ihtiyacımız olan sevmek ve sevilmekten vazgeçerek büyük bir bedel ödememize sebep olmaktadır.

Freud “Uygarlığın Huzursuzluğu’nda şöyle diyor: “Acı bizi üç yönden kuşatır: kaderi çöküş ve yok oluş olan, uyarı işaretleri olarak ağrı ve kaygıdan da yoksun kalmayan kendi vücudumuz; karşı durulmaz, acımasız, yıkıcı güçlerle bizi mahveden dış dünya ve son olarak da diğer insanlarla ilişkilerimiz. Bu son kaynaktan gelen acıyı belki de diğerlerinin hepsinden daha can yakıcı buluruz. Başka yerlerden kaynaklanan acılar kaçınılmaz olsa da, bu acıyı gereksiz bir fazlalık olarak görme eğilimindeyizdir. Bu acı ihtimallerinin baskısı altında, tıpkı haz ilkesinin dış dünyanın etkisi ile mütevazı gerçeklik ilkesine dönüşmesinde olduğu gibi, insanların mutluluk taleplerini törpüleme alışkanlığında olmaları; salt talihsizliğe uğramadıkları, acıları atlattıkları için kendilerini mutlu saymaları, acıyı azaltma sorununun haz edinme sorununu geri plana itmesi şaşırtıcı değildir.”

İnsan acıdan kaçınmak için haz almaktan vazgeçmeye yatkın bir canlı. Günümüz modern toplumu ise bunu başarabilmek için bize bolca imkan sunuyor. Özellikle ilişkisel anlamda acı çekmekten, üzülmekten, reddedilmekten, beğenilmemekten, kırılmaktan, incinmekten ve hayalkırıklığına uğramaktan kaçınmak için kendimizi bir ötekine açmaktan, onu bir öteki olarak içe almaktan kaçınmayı tercih ediyoruz. Hayatımıza az sayıda insan almak yerine çok sayıda insan sokarak hem yalnız olmadığımız yanılgısını yaşıyoruz, hem de yakın ilişki içerisinde kırılganlıklarımızı açığa çıkarma külfetinden kurtuluyoruz. Tabii bunu yaparken erosu öldürüyor ve bağ kurmanın, sevmenin, sevilmenin, tanımanın ve tanınmanın, getireceği sevinçleri de gözden çıkarıyoruz, ancak bir çoğumuz bunu görmezden geliyor, hatta böyle bir ihtiyacımız olduğunu bile inkar ediyoruz.

Rollo May “Yaratma Cesareti” isimli kitabında şöyle diyor:

“Yakınlık cesaret gerektirir, çünkü risk kaçınılmazdır. İlişkinin bize nasıl etki edeceğini daha baştan bilemeyiz. Kimyasal bir etkileşim gibi birimiz değişirse , ikimiz de değişeceğiz. Kendimizi gerçekleştirirken gelişecek miyiz, yoksa yıkılacak mıyız? Emin olabildiğimiz tek şey , eğer kendimizi ilişkiye, iyisine kötüsüne, tüm varlığımızla bırakırsak bundan etkilenmeksizin çıkamayacağımızdır. Otantik yakınlık için gereken cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırma, onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay. Gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimiz fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir ilişkinin daha ‘tehlikeli’ olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak kısa-devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ona mekanik davranılabilir.”

Konfor alanımız içerisinde kalmayı seçiyor ve her şey gibi olanaklarımızı sonuna kadar tüketmek istiyoruz. Bir yandan kendimizi de tüketiyoruz… Cinselliğin içerisine merakı, ilgiyi, içtenliği, gizemi katmadığımız zaman, cinsellik mastürbasyondan farksız hale gelir. Erotik ve sahici bir cinsellik için bedenlerin yanında ruhların da teması gerekir. Ruhların temasını sağlayan samimi ve içten bir ilişki ise, öteki ile bağ kurmak, emek ve adanmışlık gerektirir. Belirsizdir, bilinmezdir. Ötekinin büyüsüne merakla ve ilgiyle kapılmak gerekir. Canlı ve otantik varoluş için meraklı bir biçimde o belirsizlik ve bilinmezliğin içine kendini atabilmek gerekir. Bunun için risk alabilmek, acı ve tatlı deneyimleri göğüsleme cesaretini gösterebilmek gerekir. Cogito Sayı 4’te erotizm için şöyle diyor: “Erotizm neslin sürekliliğini sağlayan bir olgu olmanın ötesinde ölümü aşan varoluşu açığa çıkarmaktadır. Bataille’ın ünlü tanımıyla “Erotizm, ölüme kadar yaşamın olumlanmasıdır.”

Konfor alanında kalmayı seçmek acı deneyimlerden uzak kaldığımız yanılgısını sunsa da, sahici bir yakınlığın sağlayabileceği hazlardan ve mutluluktan da bizi uzak tutar. Bizi yüzeysel, “aynı” deneyimlerin farklı bedenlerle sürekli tekrarlandığı sahte hazlarla cansız bir yaşama mahkum eder. Byung- Chunl Han “Palyatif Toplum” kitabında, “Yalnızca ‘öteki tarafından dokunulmuş olmaktır’tır hayatı canlı tutan. Aksi taktirde insan aynının cehenneminde hapis kalır. (…) Acı ve mutluluk, Nietzsche’nin deyişiyle ‘ikiz kardeşlerdir, birlikte büyüyen (…) ya da birlikte güdük kalan’. Acıya duyarlı olmayan insan derin mutluluğa kapısını kapatmıştır. (…) Gerçek mutluluk ancak kırılmış olarak mümkündür. (…) Acıdır mutluluğu taşıyan.” diyor.

Herkes ‘beden’ olarak bir tık uzaklıkta; ama herkes ‘birey’ olarak giderek uzaklaşıyor. Bedenler yakınlaşırken, ruhlar birbirine arkasını dönüyor. Etrafımız çok fazla insanla çevrili; kronik yalnızlık ise salgın hastalık gibi yayılıyor. Chul Han’ın “aynılık cehennemi” derken kastettiği gibi; birçok farklı insanla yüzeysel biçimde ilişkilenmek, aslında yeni ve özgün bir deneyim yaşamamızı ortadan kaldırıyor. Kısa süreli, “aynılaşmış” başlangıç deneyimlerini tekrar tekrar yaşıyoruz. İnsanların eşsizliğine temas edemediğimiz için de insanları bir özne olarak değil nesne olarak hayatımıza alıyoruz. Andre Gide “Denemeler”inde, “Tesirlerden korkan ve onlardan kaçınan kimseler ruhlarının fakirliğini kapalı olarak itiraf etmektedirler.” diyor. Ruhumuzun çorak ve cansız kalmaması için, bir öteki’nin tesirine kendimizi açabilme cesareti göstermemiz şart. “Aşk içinde ne kadar derin acılara maruz kalırsak o kadar büyük bir coşkunun içine gireriz. Aşkın diyonizyak coşkusu tüm acıları evetleyen bir coşkudur.” diyor M. Mukadder Yakupoğlu, Cogito Sayı 4’te. Ötekine nüfuz etmek için ve ötekinin bize nüfuz etmesi için duvarlarımızı yıkıp kırılgan ve hassas benliğimizi sunabilmemiz gerekiyor. Aşkın ve erosun diyonizyak coşkusu tüm acıları evetleyen bir coşkudur, evet, dolayısıyla tüm sevinçleri, neşeleri ve hazları da evetleyen bir coşkudur.

Bize neyin iyi geleceğini keşfedebilme, neye yöneleceğimizi seçebilme ve onunla ne yapacağımıza karar verme becerimizi geliştirmezsek, içine düştüğümüz yalnızlık girdabında boğulma tehlikesi ile karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz. Kendimizi bulmanın yolu ötekine nüfuz edebilmekten geçiyor. Kendimizden çıkıp kendimize geri dönebilmek için bir “öteki”ne ihtiyacımız var. Öteki ile hakiki bir ilişki kurmaktan kaçındıkça kendimizle hakiki bir ilişki kurabilmemiz; dolayısıyla büyüyüp gelişebilmemiz mümkün değil.

“Kopuşlar acı veriyorsa bağlar hakiki demektir. Sadece hakikatler acı verir.” Byung-Chul Han – Palyatif Toplum

Resim: Julia Soboleva – No Thank You