Psikanalist Yavuz Erten’in “Psikanaliz Yazıları – Yalnızlık” isimli Bağlam Yayınları’ndan çıkan kitap içerisindeki makalesinin bir bölümünü paylaşmak istiyorum. Erten’in psikanalizin derinliğini ve içe bakışa yönlendiren perspektifini en güzel şekilde kullandığı kalemiyle bu makale, yalnızlığa dair okuduğum en açıklayıcı içeriklerden birisi oldu. Bilgisi, kalemi ve dilinin hakkı olan takdiri vermeden geçmek de olmaz. Fazla uzatmadan bu değerli yazıyı sizlerin değerlendirmesine sunmak isterim; umarım sizi de beni etkilediği ve düşündürdüğü gibi etkiler ve düşündürür:
Camus’nün ‘solidaire’ (dayanışmacı) ve ‘solitaire’ (yalnız) kelimelerini birbirlerine yakınlaştırıp uzaklaştırarak ima ettiği gibi, birlikte olabilen, birlikte hareket edebilen, birliktelik hisseden, yalnız hissetmeyendir. Tek başınalık, yalnızlık değildir. Tek başına olanın kendini yalnız hissetmesi zorunlu değildir. Winnicott (1958) tek başına olanın, öteki ile oluşu içselleştirmiş olması durumunda tek başınalığa tahammül edebileceğini ifade eder.
Stern (1985) gelişimin en önemli adımlarından birini çocuğun ‘öznel kendilik duyumu‘na (sense of subjective self) ulaşması olarak görür. Bu noktada çocuk öznelik ve öznelliği kuşanırken ve kullanırken, ötekinin de bir özne olduğunu kavramaya başlar. Gelişimdeki bu kuantum sıçrama, ilişkiyi ‘ara-öznel‘ (intersubjectif – özneler-arası) bir olgu haline getirir. İlişkide taraflar, ‘ara-öznellik‘ gerçeğiyle paradoksal bir durum yaşamaya başlamışlardır. Bu paradoksal durum varoluşun onlara oynadığı bir oyun gibidir. Bir taraftan ten ve ruh duvarları oluşturup, özne olmanın sırları ve sınırları ile ötekinden ayrılırken, diğer yandan, ilişkinin kaçınılmaz doğası gereği, ‘ara-öznel matris‘e (intersubjective Matrix) yerleşirler. Ara-öznel matris, öznenin hep öteki özneye göre özne olduğu, ne yaparsa yapsın bunun dışına çıkamayacağı bir varoluş durumudur. Ötekinin “ne düşündüğünü düşündüğümüzü düşündüğünü düşündüğümüzü……….düşünürüz”. Duygularımız ve düşüncelerimiz, duygularımız ve düşüncelerimizin ötekinden yankılanmalarını içerirler.
Eğer gelişimde öznelik hiç başarılamamışsa, bunun sonucunda ortaya çıkacak patoloji aşırı boyutlarda olacaktır. Böyle bir durum, daha ileriki yıllarda, psikanaliz veya psikoterapi ile onarılamayacak (veya ancak kısmen onarılacak) bir eksikliği içerir. Psikanaliz veya psikoterapinin olanaklı olduğu durumların çoğunluğu, gelişimde özneliğin bir noktaya kadar başarıldığı oluşumlardır. Özellikle klasik psikanalizin hastası olabilecek kişi özne olmayı başarmıştır, ancak bu öznelik eksik, çatışmalı veya hasarlıdır. Bunun sonucunda, ara-öznellik (özneler-arasılık) de aynı olumsuz özelliklere sahip olacaktır. Bir benzetme yapmak gerekirse, tamamen körlük değilse bile, kişi, kendi öznelliğini ve dolayısıyla ötekinin öznelliğini derinlemesine ve genişliğine görme bozukluğundan muzdariptir. Kendi öznelliğini net olarak görememe ve onu yabancı gibi algılamasına benzer şekilde, ötekinin öznelliğini de tam seçememektedir. Klasik psikanaliz ile modern psikanalitik ekoller arasında bir köprü kurarak denilebilir ki, ‘ben’in (ego) ve dolayısıyla özneliğin gelişimi ruhsal olgunluğun bel kemiğiyse, ‘bizden’ (wego) (Klein, 1976) ve dolayısıyla özneler-arasılık da eşit bir işleve ve öneme sahiptir. Ben ve bizben, özne ve özneler-arası bir paranın iki yüzü gibidirler. İnsanın psişik varoluşu bu ikisinin sırtlarını birbirlerine dayadıkları bir ‘arayüz‘dür (interface).
Bu noktada, yalnız hissetmeyi statik bir durum olmaktan ziyade, bir sürecin dinamik değişkenleri ile kavramak gerektiğini düşündüğümü belirtmeliyim. Olgunlaşma düzeyi ne olursa olsun herkes, zaman zaman yalnız hisseder. Ancak yukarıda sözü edilen ara-öznel (özneler-arası) görme bozukluğu durumlarında bu yalnız hissetmeler o kadar yoğun ve uzun süreli olabilir ki, kişi statik ve kategorik bir yalnızlık içindeymiş gibi hissedebilir.
Winnicott’un (1958) yazdıklarına farklı bir vurgu katarak yorumlarsak, daha önce belirtildiği gibi, yalnız hissedenin veya yalnızlığa katlanamayanın, öteki ile oluşu içselleştiremeyen olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız hisseden içinde yalnızdır. Başka türlü söylemek gerekirse, içinden yalnızdır. Yalnızlığını bir iç koşul olarak yaşar. Yalnızlığını kalabalıkların içindeki varoluşuna taşır. Bowlby’nin ‘Bağlanma‘ (attachment) kavramı yalnızlık bulmacasını anlamamıza yardım eder. Ona göre, yaşamın ilk yıllarında (özellikle ilk yılında) ebeveyne güvenli bağlanabilen bebek, ileriki yıllarda çevresindeki insanlar ve dünya ile, ayrılık kaygılarının yön vermediği ilişkilere girebilir. Bu ilişkilerde yakınlaşma ve uzaklaşmaların yarattığı kaygılara, güven ve güvenlik duyguları ile tahammül edebilir. Güvenli bağlanma, ebeveyn bebekle olmadığı zamanlarda, bebekle birlikte kalan koruyucu gibidir. Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler ebeveynden ayrılığı, büyük bir kaygı ile yaşarlar. Bu durumu protesto ederler. İsyanları bir süre sonra umutsuzluğa dönüşür. Çevrelerine ilgisizleşirler. Ebeveynin gidişinden bu derece etkilenen bebek, dönüşüde ona da ilgisiz kalabilir.
Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebekler yabancıdan ürkerler. Ondan kaçınırlar. Güvenli bağlanan bebeklerde ise, yabancının ortam girişi ile oluşan tedirginlik, ilişki çabası ile aşılır. Bebek yeni bir ilişkiye açıktır. Ebeveynin ortamda olmadığı zamanlarda, kaybetmediği merak ve keşif çabası, yabancıyı tanıma gayretinde de işlevseldir. Güvensiz ve kaygılı bağlanan bebek ebeveynle birlikte değilken, tüm dünyayı, tehditkar bir yabancı gibi algılamakta ve ondan ürkmektedir. Çevresindekilerle ilişkiye giremez. Ebeveyn döndüğü zaman ise, ona ilgisiz kalabilir. Bu iki durumu (ebeveynin gidişi-yokluğu ve dönüşüne verilen iki tepki) bir döngünün içindeki iki safha olarak görürsek, diyebiliriz ki kaygılı bağlanan bebek her iki safhada da yalnızdır. Adeta ebeveynin nesnel gidişi, bebeğin dünyasındaki öznel terk edilmişliği her seferinde bir daha uyarmaktadır. Bebek ‘içinde‘ ve ‘içinden‘ (dışarıya doğru) yalnızdır. Bu yalnızlık, ‘dışında‘ ve ‘dışından‘ (içeriye doğru) ilişkileri ve çağrıları buharlaştırır. Yabancıdan ürkme -tek başına değil- kimsesiz kalınan durumların varoluş niteliğidir. Tek başına kalan herkes kimsesiz değildir. Kendi öznelliğine derinlemesine ve genişliğine aşina olmayan kişi için dünya (hem iç, hem dış dünya) yabancıdır. Dışarıdaki yabancıdan ürkme, bilinçdışından ürkmenin yansımasıdır. Güvenli bağlanan kişi hem iç, hem de dış dünyasında meraklı ve ilgili bir kaşiftir.
Winnicott’ı (1958) bir yoruma tabi tutarak şöyle söyleyebiliriz: Güvenli bağlananın ‘ben’i (ego) iç dünyadaki yolculuğunda yabancı korkusu çekmeyen bir araştırmacı ve kaşiftir. O, karşılaştıkları ile temeldeki güven ve güvenlik duyguları sarsılmadan ilişki kurar; hakim olur ve aşinalık sağlar. ‘Ben’i bu olumlu özelliklere büründüren güvenli bağlanma nesnesi (örneğin anne), aynı zamanda cinsel ve saldırgan dürtülerin nesnesi ise (ki kaçınılmaz şekilde öyledir), nasıl olur da böyle bir gelişme sağlanabilir? Winnicott bu noktada psikanaliz kuramında bir yol ayrımına gelindiğinin bilincindedir. Nesne ile kurulan ilişkiyi ikiye ayırır: “aşk” ve “sevgi”. Özne nesneye cinsel ve saldırgan dürtülerle aşık olur (veya karşı-aşık olur; bir başka deyişle nefret eder) ya da Winnicott’un deyişiyle nesneyi, ‘ben-bağlılığı’ (ego-relatedness) ile sever. Buradan hareketle şu söylenebilir: Nesneye sadece içgüdüleri (cinsel ve saldırgan) ile yatırım yapan güvenli bağlanamaz ve yalnızlıktan kurtulamaz. Cinsel ve saldırgan dürtülerinin yatırımına ek olarak, nesneyi seven (ve sevilen) kişi güvenli bağlanır ve yalnız hissetmez. Bu sebepledir ki, güvenli bağlanamayanlarda, yalnızlık duygusunu gidermeyi amaçlayan yoğun cinsel deneyimler boşa çıkar. İçgüdü kaynaklı dürtülerin yatırımları, insani ilişkinin gerekli ama yetersiz şartıdır.
Freudcu bir bakışla sentezleyerek söylemek gerekirse, güvensiz ve kaygılı bağlanma durumunda içselleştirilen nesne (bir başka deyişle, ‘a priori güvenli bağlanma gereksiniminin doyurulmasının kaybedilmesinin yası‘nda içselleştirilen nesne), bir nevi yok-nesnedir. O görünüşte varolan ancak içi boş nesnedir. Onun içselleştirilmesi psişik yapıda bir kara deliğe dönüşür. İç dünyası ıssızlaşır. Optimal gelişimde, “dünya çocuğa yerleştikçe, çocuk da dünyaya yerleşir” (Orange, Atwood ve Stolorrow, 1997). Oysa güvensiz ve kaygılı bağ kuran çocuk, dünyada ürkek ve ayrık dolaşan bir yabancıdır. O, dünyada bir yaban, dünya da ona bir yabancıdır. O, gurbette yaşar gibidir. Memleketini de hiç bilmemektedir (ya da hatırlamamaktadır). Dünyaya, ilişkilere ve hatta bedenine güvenle yerleşemedikçe, dünya da ona yerleşemez. Geriye kalan ıssızlık ve kimsesizliktir.
Winnicott’ın (1960) katkısı ile psikanalize yeni bir kavram girer: ‘Sahte Kendilik‘ (false self). Onun gereksinimlerini görmeyen ve onun varlığına kendi gereksinimlerini doyurması için saldıran, tecavüz eden ötekiler ile karşılaşan çocuk, yaşamda kalmak adına büyük bir ödün verir. Kendiliğinden (spontan) varoluşundan vazgeçer. Dış dünyanın ondan istediklerine, ona dayattıklarına göre yaşamaya başlar. Bunu yaparken, ‘gerçek kendiliği‘ni (true self) örter, saklar. Dış dünyaya değen yüzü sahte kendilik’tir. Sahte kendilik kökeni olmayan, içten hissedilmeyen, dışa sunulandır. Gerçek kendilik tohumu karşılaştığı büyük varoluş dehşetinin ürküntüsü ile içerilere ve çok içerilere saklanmış olarak yaşar. Dış gerçeklikten ve onun kendine vereceği zararlardan çok korkmaktadır. Yalnızlığı, saklandığı adada savaşın bitişini bekleyen askerinkine benzer. Ufukta gördüğü her duman hem bir umut, hem de ürküntüdür. Kıyıya yaklaşanın dost mu, düşman mı olduğunu bir türlü anlayamaz. Kendini onlara göstermesi durumunda belki kurtulacaktır. Ama ya savaş devam ediyorsa? Ya esir düşerse, işkenceden geçirilirse, ya da öldürülürse? Bu soruların yanıtlarını bir türlü içini rahatlatacak bir şekilde veremediği için saklanmayı sürdürür. Gerçek kendilik tohumu içerilere kaçıp saklandığı andan itibaren, dış dünya ile etkileşimini kesmiştir. Dış dünya ile kendilik arasında sahte kendilik kamuflajı vardır. Bu temassızlık sonucu, kendiliğin tohumu, deneyimsiz (besinsiz) dolayısı ile güdük kalmıştır. Gerçek kendiliğin gerçek bedeni de yoktur. Bedenin içine yerleşilememiştir. Beden içeriden kendiliğinden hissedilen ve yaşanan (kendiliğin somut kendisi olan) bir varlık olmaktan ziyade, taşınan (ve oldukça ağır ve elverişsiz olan) bir ceset ve robot gibidir. Yaşamın başlangıcından itibaren şartların optimal olması durumunda, dış dünyadan beslenerek ve gelişerek varlığının sınırlarına (bedenin sınırlarına kadar; tene kadar) genişlemiş olacak ve hem dış dünyaya, hem de bedenine değmiş olacak olan kendilik, dehşet hikayesinin sonucunda sadece kendi korkularına değen bir yalnızlığa mahkum olmuştur. Dehşet içindeki güdük kendilik için beden de bir yabancıdır. Bedensiz güdük kendilik, bu anlaşılmaz canlıdan ürker.
Bowlby’nin ruhsal sağlığın temeli olarak gördüğü güvenli bağlanma olgusu ile Mahler’in ortaya attığı bireyleşme-ayrılma dinamiği, karşıt tezler olarak görülebilirler. Oysa iki bakış açısı iyi özümsenerek irdelendiğinde anlaşılır ki, çocuğun bireyselleşip anneden ayrılabilmesi de, ancak ona güvenli bağlanabilmiş olabilmesi ile olanaklıdır. Güvenli bağlanamayan ayrılamaz, ancak ve ancak kopar. Bunun sonucunda ortaya çıkanlar aynı odaktan doğan ancak birbirine karşıt görünen iki oluşumdur: Bağımlılıklar ve ilişkisizlikler. İlişkisiz‘in yalnız hissetmesi bize doğal görünür ama bağımlının yalnızlığını anlamakta güçlük çekebiliriz. Bağımlı, ilişkisel değirmenini taşıma suyla döndürme gayretindedir. İç dünyasındaki ıssızlığı, sürekli dış katkılarla gidermeye çalışır. Nesnesi, yanındayken bile hasreti olandır. Nesne oburlukları, nesne ile bütünleşme çabaları veya iç nesneler yaratıp, onlarla düşlemsel ilişki kurma gayretleri, o ıssızlığı umutsuzca doldurma gayretleridir.
Narsisist bir iç dünya, patolojik yalnızlığın yani kimsesizliğin acısından kaçmak için bir kendini kutsamadır. İnsanlık ailesine katılabilmek için temel şart olan paylaşmanın, ilişkinin, iletişimin özetle eşdeşliğin olmadığı bir durumun telafi çabasıdır. Chat odalarındaki maskeli balolar, bedene odaklanan takıntılı düşünceler ve gitgide hücreleşen alt-kültür oluşumları bu çabanın sadece birkaç sonucudur. Yalnızlığının ıssızlığı ile bütünsel bir karşılaşma yaşayan bir hastanın ağzından dökülen şu sözler unutulacak gibi değildir: “Bu yalnızlık büyük bir yanlışlık.”
Bu yanlışlık ürküntü yaratan bir eksiklik, bir sapmadır. Patolojik yalnızlığı ussallaştıran ve yücelten bir çeşit entelektüel söylem, insanlık tarihinin devasa hacmi üzerinde ince bir kabuk olarak kalır.
Yazının daha önceki bölümlerinde bireysel boyutta izini sürdüğümüz yalnızlık olgusunu, toplumsal, kültürel, tarihsel boyutlara aktararak irdelemek istersek, modernite kavramını (öncesi ve sonrası) ile görmezden gelemeyiz. İnsanlık tarihinin önemli bir kavşağı olan modernite, insanlığın gezegen üzerindeki varoluşunu tepeden tırnağa sarsan etkilere sahip oldu. Toplumsal, siyasi, ekonomik, çevresel etkilerinin yanında, anlamsal bir sarsıntıyı da beraberinde getirdi. Bu anlamsal etki bir kopuş olarak tanımlanabilir. Bu kopuşun izlerini sürdükçe, dini bir tema olan yasak elmanın yenilmesi ve cennetten kopuşa benzer bir noktaya varılması pek de ilgisiz bir çıkarım olmaz. İnsanlık kendini içinde bulunduğu şartlara yabancı hissetmiş ve “tüm bunların anlamı ne?” diye sormaya başlamıştır. Elinin altında olan yanıtların hepsi doyurucu olmaktan uzaktır. O modernite-öncesinde varolan sorular ve yanıtların diyaloğunun da dışına çıkmıştır. Sadece yanıtı değil -içinde bir ilişkiyi ima eden- soru/yanıt diyaloğunu kaybetmiştir. Sorusu artık çok daha yabancı ve yalnız bir sorudur. Bu soru yanıtlanamaz. Varoluşçuluk bu anlam krizine tepki olarak doğar. Varoluşçuluk, modernite-öncesi yanıtlara benzer bir yanıt sunmaz. Onun yanıtında, soruyu sorduran yabancılık ve yalnızlık gene mevcuttur. Varoluşçuluk adeta yanıtsız bir yanıt gibidir. Yanıtında, bu dünyanın anlamsızlığını ve insanın bu dünyaya atılmışlığını, oradaki yalnızlığını ve ölümlülüğünü eldeki yegane şeyler olarak geri verir.
Psikanalizin etos ve mitosu da bir cennetten kovulma temasını ima eder. Bu kovulma yukarıda sözü edilen kopuştan çok daha önce gerçekleşmiştir. Bu özelliği ile ‘ilk kopuş‘ adını hak etmektedir. İlk kopuşun merkezinde olan arzu ve yasak arasındaki uzlaşmaz çelişki, insanın evrim sürecinde karşılaştığı ve içerdiği yalan-gerçek; yanlış-doğru; doğa-insan ikilemlerinin sonucudur. Artık geriye dönüş olanağı yoktur. İnsan bu ikilemlerle karşılaşması ve kopuşa uğraması öncesindeki kendiliğinden yaşantıya dönemeyecektir. Bu kaybın yası dini temaların dokusuna işlemiştir. Cennet tasvirleri arzu ve yasak çelişkisinden kurtulma müjdelerini taşır. Bir gün kaybedilmiş vatana geri dönülecektir. Cennet vaad edilen selamettir.
Klasik psikanalizin üzerine çalıştığı bu ilk kopuş her bireyin iç dünyasında yaşamak, taşımak ve hesaplaşmak zorunda kaldığı bir trajediye dönüşmüştür. Kopuş-öncesi doğallık ve kopuşun sebebi (sonucu?) olan bastırma karşıtlığı, her insanın benliğinde insanlık tarihinin çelişki ve çatışmalarının bir versiyonunu yaratır. Bu kopuş, insanı yalnızlaştırmıştır ancak o hala tutkulu bir aşık veya hınçlı bir düşman olabilir. Modernite-sonrasındaki kopuş ise, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda iyice belirgin hale gelen bir olgudur. Bu kopuş daha öncekine göre çok daha köktenci etkilere sahip olmuş ve tutkulu aşık/hınçlı düşmanın olduğu yere bir yabancıyı koymuştur. O öyle bir yabancıdır ki, niye öldürdüğünü veya niye seviştiğini kendine açıklayamaz. Bu dönüşümle insanlar arasındaki ilişkilerde büyük boşluklar, süreksizlikler anlamsızlıklar doğmuştur. Yüzyılın ikinci yarısında psikanalist ve terapistleri epey uğraştıran kişilik bozukluklarının temelinde bu kopuş yatar. Yirminci yüzyıla ‘narsisist çağ’ dedirten budur.
İkinci Kopuş ergenlik midir? Eğer İlk Kopuş insanlığın yasak ile tanışıp doğallığını kaybettiği Oedipus dönemine denk düşerse, İkinci Kopuş da ergenliğin bir ifadesi değil midir? Can sıkıntısı, yabancılaşma, boşluk duyguları, kimlik bunaltıları, çocukluktan bedensel ve zihinsel bir kopukluğa uğrama ve süreksizlik deneyimleri. Ergen çocukluğun bağımlılığına geri dönemez, ancak bütünü ile yetişkin dünyasına da hazır değildir. Bu ikilemin optimal çözümü ne bağımlılık ne de kopmadır. Ergenlik tek başına yeni bir durum değildir. İçinde İlk Kopuş’un ögelerini de taşır. Pek çok kuramcının hemfikir olduğu gibi, ergenlik krizi Oedipus döneminin bir yeniden gözden geçirilmesidir. Ancak klasik psikanalizin uzun süre inandığı gibi ergenlik sadece Edip kökenli bir olgu değildir.
Klasik psikanaliz ilk kopuşun aktörüne yardımcı olma konusunda oldukça başarılı olmuştur. Klasik psikanalizin başardığı, arzu ve yasak arasındaki çatışmada, birinin lehine bir çözüm önermeden, çelişkiyi içeren ve ona tahammül etmeyi sağlayan bir bilinçlilik kuvvetlenmesi yaratmaktır. Bu bilinçlilik kuvvetlenmesinin hammaddesi kişinin kendi hakkındaki bilgisini yani içgörüsünü arttırmaktır. İnsan çelişkinin doğasındaki olanaksızlığa bilgi ile katlanacaktır. Bu hali ile klasik psikanaliz oldukça modern ve pozitivist bir projedir. Bu proje, hala aşkı, nefreti ve bunları içeren ilişkiyi barındırır.
İkinci kopuşun insanı, tüm anlamsızlığı ve ilişkisizliği ile (ya da savunmacı olarak aşırı/abartılı anlamlılığı ve ilişki oburlukları ile) psikanalistin huzuruna çıkınca, yeni bir psikanaliz doğmak zorunda kaldı. Modernite-sonrasının yarattığı bu kopuk, yalnız ve yabancı insan, psikanalistin karşısında, yabancılaşmanın yarattığı bir ilişkisizlikle yer aldı. Çağdaş psikanaliz, bu kopuşta, anlamsızlığı ve yalnızlığı reddetmeyen ve sorunsalın olanaksızlığına tahammül gücünü yaratan bir çözüm önermek zorundadır. Yazının daha önceki bölümlerinde belirtildiği gibi amaç, bağlanarak ayrılmayı sağlamaktır. Bu bir yönü ile Varoluşçuluğun ‘katılım’ (engagement) kavramına paraleldir. Her kopuş bir krizdir. Her kopuş içerdiği olanaksızlıkla krizdir. İkinci kopuş aynen birinci kopuş gibi, öncesine dönülemeyecek bir durum yaratmıştır. Yeni psikanaliz, kopuş-öncesindeki ‘anlamlılık ve varlık’ ile kopuş sonrasının ‘anlamsızlık ve yokluk’ arasındaki çelişkide iki taraftan birinin lehine olmayan bir üst-çözüm üretmek zorundadır. Bu çözüm sadece bilgilenme odaklı içgörü ile değil, hastanın -ve psikanalistin- ilişkiye katılımını sağlayan yaklaşımlarla olacaktır. Amaç bireyleşmenin tüm kazanç ve sorumluluklarını kaybetmeden, çeşitliliği ve farklılığı artmış bir insanlık ailesinin parçası olmaktır. ‘Solitaire’ (yalnız), ‘engagement’ (katılım) ile ‘solidaire’ (dayanışmacı) olur. Çağdaş psikanalizin öncülerinden Winnicott ve Kohut’un başardıkları budur.
Çağdaş psikanaliz ilişkisel katılım ve içgörüye eşit değer affeder. Farkındalık ve içgörü ayrılmayı, dışına çıkmayı, dışından bakabilmeyi sağlar. Katılım ise bir huzurunda olma yaşantısıdır. Huzur, huzurunda olmakla mümkündür. Huzurda olan ve huzurunda olunan ilişkiye hazırdırlar (ilişkide halihazırdırlar); ‘tek başına olsalar bile yalnız değildirler’ (alone-but-not lonely state).
Klein, G. (1976). “Psychoanalytik Theory”. International Universities Press, New York.
Orange, D. M., Atwood, G. E. & Stolorrow, R. D. (1997). “Working Intersubjectively”. Contextualism in Psychoanalytical Practice, The Analytic Press, Hillsdale.
Stern, D. (1985). “The Interpersonal World of the Infant”. Basic Books, New York.
Winnicott, D. W. (1958). “The Capacity to be Alone“. The Maturational Processes and The Facilitating Environment, Hogarth, London, 1965.
Winnicott, D. W. (1960). “Ego Distortion in Terms of True and False Self”. Maturational Processes and the Facilitating Environment, Hogarth, London, 1965.