Japon sinemasının ve sinema tarihinin en nadide eserlerinden olan, adeta bir şiirin görselleşmesine bakıyormuşuz gibi sanatsal bir ifadeyle insanın ruhuna işleyen “Woman in the Dunes” (orijinal adı: Suna no Onna) filminden söz edeceğim.

(Spoiler içerir)

Film, böcek bilimci Niki Junpei’nin, çölde nadir kelebekleri toplamak için yaptığı bir gezi sırasında bir köyde kalmasıyla başlar. Köylüler tarafından geceyi geçirmesi için bir kadının evine götürülür. Ev, bir çukurun dibindedir ve köylüler yardımıyla, ip merdivenle inilen bu evden Junpei için bir daha çıkmak mümkün olmayacaktır. Sabah uyandığında, köylülerin onu terk ettiğini, merdivenin gittiğini ve kum dolu çukurdan çıkış olmadığını fark eder. Evin sahibi olan, kumla mücadele eden kadın, duldur, eşini ve çocuğunu kum fırtınasında kaybetmiştir. Köyün diğer sakinleri için her gün çalışmakta ve hayati bir iş yapmaktadır: sürekli temizlenmediği takdirde kum, köyü tamamen yutacaktır. Köylüler, Junpei’yi kadına eşlik etmesi ve ona eş olması için kumpas kurarak o eve hapsederler.

Junpei, kadına yardım etmeyi reddeder ve özgürlüğünü geri kazanmak için çabalar, ancak zamanla kumun ve kadının dünyasına boyun eğmek zorunda kalır.

Woman in the Dunes, varoluşun anlamını arayan bireyin, bu anlam arayışında sonsuz bir döngüye hapsolmasını konu eder. Junpei’nin çukurdan çıkmak için tekrar tekrar giriştiği nafile çabalar, Sisifos’un cezasını hatırlatır. Antik Yunan mitolojisinde Sisifos, tanrıları aldatması nedeniyle sonsuza dek büyük bir kayayı bir tepenin zirvesine yuvarlamaya mahkûm edilmiştir. Ne zaman zirveye ulaşsa, kaya geri yuvarlanır ve Sisifos’un mücadelesi yeniden başlar. Bu mit, insanoğlunun absürt bir dünyadaki bitmek bilmeyen çabalarını temsil eder.

Albert Camus, Sisifos Söyleni adlı felsefi eserinde bu miti, insan varoluşunun trajik ama aynı zamanda özgürleştirici bir metaforu olarak kullanır. Ona göre, yaşamda nihai bir anlam bulunmamasına rağmen, insanın bu anlamsızlık karşısındaki farkındalığı ve mücadelesi kendi başına bir anlam kazanır. Camus, Sisifos’un tepenin dibine inip yeniden kayayı yuvarlamaya başladığı anda bilinçli bir isyana ulaştığını ve bu isyanla kaderine anlam kattığını savunur.

Junpei’nin kum çukurundaki durumu, Camus’nün Sisifos’unu çağrıştırır. İlk başta kurtulmak için gösterdiği çaba, insanın doğaya ve yazgıya karşı direnme arzusu olarak okunabilir. Junpei, çukurdan çıkabilmek için ip ve merdiven yapar, kumdan kaçış yolları arar. Ancak bu çabaları her seferinde başarısızlıkla sonuçlanır. Zamanla Junpei, kaçış için verdiği mücadeleden vazgeçer gibi görünse de, bu vazgeçiş teslimiyet değil, bir tür varoluşsal farkındalık ve kabullenmedir. Sisifos’un kayayı itmeye devam etmesi gibi, Junpei de kumla yaşama devam eder. Ancak bu yaşamda, mücadele etmek artık bir amaç haline gelir. Kumun asla bitmeyeceğini bilmesine rağmen, onu temizlemek için çaba göstermesi, yaşamın absürd doğasıyla barışma ve anlamı eylemin kendisinde bulma fikridir.

Kum, film boyunca yalnızca fiziksel bir engel değil, aynı zamanda insana karşı koyan, onu sınayan, tüketen ve aynı zamanda yaratan bir metafordur. Kumun sürekli hareket eden, değişen, ancak hiçbir zaman yok olmayan doğası, insan varoluşunun absürtlüğüne bir göndermedir. Kumla dolup taşan bu çukur, aslında her bireyin kendi varoluş mücadelesinin metaforudur. Film, anlam arayışının kendisinin bir anlam haline geldiği, insanın trajik ve bir o kadar da kaçınılmaz durumunu derinlemesine yansıtır.

Hiroshi Segawa’nın görüntü yönetimi, kumun doğasını neredeyse bir karaktere dönüştürür. Kum tanelerinin devinimi, bedenlerin üzerine yapışması, sürekli bir tehlike ve tehdit unsuru oluşturması, mekânın duygusal atmosferini belirler. Kum, filmde adeta nefes alan bir varlık gibi resmedilir: Boğucu, yakıcı, kaçınılmaz. Kum su gibi akışkan ve kaya gibi ağırdır.

Albert Camus’nün Sisifos Söylenindeki gibi, Junpei’nin kumla olan mücadelesi asla sona ermeyecektir. Ancak, Camus’nün Sisifos’unda olduğu gibi, Junpei’nin mücadelesi de varoluşsal bir bilince dönüşür. Film boyunca özgürlüğünü kazanmaya çalışırken, sonunda anlamı mücadelede bulur. Bu, modern insanın varoluşsal yalnızlığına bir gönderme olarak yorumlanabilir: İnsan, kendi anlamını yalnızca kendisi yaratabilir.

Junpei, ilk başta tutsak olduğuna inanırken, filmin sonunda, özgürlüğün tanımını değiştirmiş bir adam olarak bırakılır. Kumun içindeki yaşam, bir anlamda, onun yeni gerçekliğidir. Çukurdan çıkmak istememesi, insanın uyum sağlama kapasitesinin sınırlarını gösterir.

“Kum asla durmaz.”

Her gün aynı kayanın peşinden koşmak, tepeye ulaşmadan aşağı yuvarlanmak. Bize ait olmayan görevler, sonu gelmeyen arzular ve çabalar, avuçlarımızdan kayan kum taneleri gibi.

Albert Camus’nün Sisifos’u kayayı itmek zorundaydı; Junpei ise kumları küremeye mahkûm. Ama bu zorunlulukların arasında, insan özgürlüğünü nerede aramalı? Film insanın kaçışsız döngülerle olan mücadelesini anlatırken, özgürlüğü ve anlamı, yorgun kolların direnişinde keşfediyor.

Bu film, kaçışın imkânsızlığıyla yüzleşen ruhların hikâyesi. Kumun altında gömülü arzular, hapsolmuş umutlar ve her nefeste hissedilen bitimsiz bir absürd ağırlık.

Belki de yaşamın sırrı, kayanın ağırlığına rağmen gülümsemek, kumları küremeye devam etmektir.

Junpei’nin elleri her gün aynı hareketlerle kumları temizlerken, varoluşunun özü de bu tekrarların içinde şekillenir. Çukurdan kurtulma arzusu, bir süre sonra kendi kendine sorulan en derin soruya dönüşür: Özgürlük yalnızca kaçmak mıdır, yoksa özgürlüğü ve anlamı kumun altında, tutsaklığın içinde aramak mümkün müdür?

Varoluş, bazen bir yükü taşımaya devam etmektir — tıpkı Sisifos gibi, tepeye yuvarlanan kayaya yeniden sarılmak ve sonunu bile bile tekrar tekrar itmek.