O-dünyasının hakiki tabiatı tikelleşme ve yabancılaşmadır.
Bir varlıkta, gömülü olan bağ kurma gücü nasıl yeniden canlandırılabilir? Zira bu varlığın içinde, altında bu gücün bulunduğu enkaz üzerinde, her saatte bir (ezercesine) tepinen etkin bir hayalet görünür.
BEN-olmaklık cinneti, onu boş bir daire etrafında hiç durmadan kovaladığı müddetçe, kendisini nasıl toparlayacak? Eğer kapris onun meskeni ise kişi, hürriyetine nasıl kavuşacaktır?
…
Ruh, BEN’de değil, BEN ile SEN arasındadır. İçimizde dolaşan kan gibi değil, teneffüs ettiğimiz hava gibidir. İnsan, SEN’ine cevap verebildiği zaman ruh içinde yaşar. Bütün varlığıyla bu ilişkiye girdiği zaman bunu yapmaya muktedir olur. Ancak ilişki kurma gücü sayesindedir ki insan, ruh içinde yaşayabilir.
Kaprisli insan, birlikteliği bilmez, o, sadece dışarıdaki heyecan veren dünyayı ve onu kullanmak üzere kendi ateşli arzusunu bilir. Çok eski, klasik bir tabiri kullanmanın yeridir; o, ilahlardan bir ilahtır. SEN dediği zaman SEN, benim kullanma yeteneğimdir, demek ister!
Ondan çok söz etmekle beraber, fedakarlık konusunda kabiliyetten tamamen mahrumdur. Bir şeyi ‘oldurmak’ için, daimi surette müdahalede bulunur.
Onun dünyası, birçok amaç ve araç hariç, fedakarlık ve lütuftan, karşılaşma ve şimdi anlayışından mahrumdur.
Bütün despotça yükü yüzünden varoluşunu gerçekleştirememekle, içinden çıkılmaz şekilde, başını derde sokmuş olur, ancak kendini toparladığında, durumunun farkına varır. Bu sebeple böyle bir farkına varışı önlemek veya hiç değilse, çapraşık hale getirmek için aklını sonuna kadar kullanmaya uğraşır.
…
Ego’nun BEN’i ne kadar ahenksiz gelir!
Kaotik ağızdan çıktığı ve vahşice, pervasızca, bilinçsizce çelişmeyi temsil ettiği zaman korkudan tüylerimiz ürperebilir.
Ego, hiçbir gerçekliğe iştirak etmez, herhangi bir gerçeklik de kazanmaz. Kendisini başka her şeyden ayrı tutar; tecrübe ve kullanım araçları ile mümkün olduğu kadar sahip olmaya çabalar. Yani onun dinamikleri; kendisini ayrı tutma ve sahip olmadır – ve objenin daima O olması durumu gerçek değildir. Kendisini bir özne olarak tanır, fakat bu özne, istediği kadarını kendine mal edebilir, asla hiçbir cevher kazanamayacaktır: Bir nokta gibi kalır, sadece tecrübe eden, kullanan, görevsel bir nokta, fazlası değil. Bütün yoğun ve çeşitli başka-bir-yolla-varlık olma “bireycilik” (individuality) ihtirası, bir cevher kazanmasına yardımcı olmaz.
…
Birlikteliğin temel kelimesinin gerçekliğini, mütekabiliyet karakterini kaybettiği engel budur: Kendisi için hiç kimsenin bir SEN olamadığı şeytani SEN.
Kendisi soğuk bir ateş içinde dururken her şey ona doğru şevkle alevlenerek yönelir. Binlerce ilişki ona ulaşır, fakat ondan kaynaklanan ilişki yoktur. Hiçbir gerçekliğe iştirak etmez.
Elbette etrafındaki varlıkları, sebep için var sayılmak ve kullanılmak zorunda olan, muhtelif işleri başarabilen birçok makine gibi görür. Fakat bu, aynı zamanda kendisini nasıl gördüğüdür. Kendisi de bir O gibi davranır.
Nitekim onun BEN demesi, hayati önemi olan bir ifade değildir, hiç değil. Hatta kendinden bahsetmez bile, sadece ‘onun namına’ diye konuşur. Onun söylediği veya yazdığı BEN, beyanlarını ve emirlerini ifade ettiği cümlelerin zorunlu öznesidir – ne fazlası ne eksiği. Öznellikten mahrumdur; ne başka-bir-yolla-varlık olmakla fikri dağınık bir kendi-kendinin-bilincine sahiptir ne de kendi görünüşü hakkında hayalleri vardır.
*** (Metin Martin Buber’in “BEN ve SEN” kitabından alıntıdır. Alıntı cümleler parça parça ve yer yer kesilmiştir. Bana temas eden ve anlamlı bulduğum bölümleri düzenleyerek paylaşmak istedim.)
Resim: Kenne Gregoire